![]() |
| Eski Türkler ve Din |
![]() |
| Elif H. PAMUK Kırıkkale Üniversitesi Tarih Bölümü Öğrencisi |
Akademi Tarih Blog sayfası geleceğin tarih araştırmacılarına destek vermeye devam ediyor. Elif Pamuk'la Orta Asya Türklerinin inanç sistemine bilimsel yolculuk yapıyoruz.
Eski Türkler, çok geniş sahalara
yayılarak hudut bölgelerinde yabancı din ve kültürlerin tesirlerine maruz
kalmakla beraber, XI. asırda İslâmiyet, umumî ve milli bir din haline gelinceye
kadar Şamanîlik büyük göçebe kitleler arasında hâkim bulunuyordu. Heredot’un
belirttiği bazı inanç ve merasimlere bakılırsa, Şamanîliğin tarihini M.Ö. VI.
asra kadar çıkarmak da mümkündür. Hunlar devrinde “Tanrı” kelimesi hem göğü,
hem de ulûhiyeti ifade ediyordu. Bu devrin hükümdarlarına verilen “Tanrı kut”
unvanı da, Türklerin ilâhı hâkimiyet telâkkisinin başlangıcını, gökle alâkalı
olduğunu ve tek Allah inancına doğru bir tekâmülün mevcudiyetini gösterir.
Nitekim Göktürkler devrinde, gökle alâkalı olmakla beraber, mücerret manası ile
tek bir “Tanrı” varlığı inancı meydana çıkmıştı.[1]
Türkler yere, yalnızca atlarının
ayakları ile bağlı idiler. Onlar kendilerini, yağız yer ile masmavi gök
arasında asılmış ve boşlukta yürür gibi düşünürlerdi. Türk’ün başı, gökteydi.
Onun zihnini yoran ve kalbini dolduran tek şey, üzerini kaplayan sonsuz
mavilikti. Sonsuz göğün tek rengi ve tek kubbesi, onun düşüncelerini
birleştiren ve tek amaca yönelten önemli bir sebepti. Tıpkı ailesini, kendi
başkanlığında toplayan kubbeli otağı, evi gibi. Otağın altında bir ailesi
reisi, gök kubbenin altında da bir Türk Kağanı vardı. Elbette ki bu sonsuz ve
mavi kubbenin, onun üstünde dolaşan Güneş, Ay ile yıldızların da, bir sahibi ve
hakanı olacaktı. Her şeyi o yaratmış ve yaratıklara da yaşasınlar diye yerler
ile suları o vermişti. İşte Türklerin çok erken çağlarda, “Tek Tanrı’ya”
inanmış olmalarının başlıca sebebi bu idi. İnanç ve düşüncelerdeki birlik,
toplumda da dirlik ve düzen doğurmuştu. Tek Tanrılı dinler, ancak yüksek
içtimaî bir seviyeye erişmiş milletlerde görülürdü.
Türklerde “Tanrı anlayışı” da,
gelişmiş bir seviyede idi. Tanrının şekli ve biçimi hakkındaki tasavvurlar,
zihinlerden silinmiş ve manevî bir ruh anlamına girilmişti. Türklerin,
Tanrı’nın şekil ve biçimini, nasıl düşündüklerini, yine en iyi olarak Göktürk
yazıtlarında bulabiliyoruz. Onlara göre Tanrı, “Tengriteg Tengri” yani “Tanrıya
benzer Tanrı” ya da “Kendine benzer Tanrı” idi.
Türklerde, yeri ve göğü yaratan tek
ve büyük bir yaratıcı vardı. Ayrıca yer ile gök, her ikisi de birbirine bağlı,
kutsal varlıklardı. Yer ve gök insanlara, özellikle Türklere iyilik
getirirlerdi. Türkler, yardım isteyecekleri zaman hem gökten hem de yerden, her
ikisinden birden yardım dilenirlerdi. Ant ve yemin içerlerken de, gökle
beraber, yer üzerine de yemin ederlerdi. Aslında tek bir gök değil, birçok
“Gökler” vardı. Güneş, Ay ile yıldızların dolaştıkları gökler de, hep
birbirinden ayrı göklerdi. Yer ve göğü yaratan büyük yaratıcı ise, bütün
göklerin üstünde, kendi göğünde oturuyordu. Ama bütün bu göklerin hepsi de tek
deyimle, yani “Tengri” sözünde toplanıyorlardı.
Türkler, yer ve yeraltı âleminin
bütününe “ Yağız Yer”, yeryüzündeki kutsallıklara da “Yer ve Su’lar” derlerdi.
Eski Türkler, yere de büyük önem veriyordu. Çünkü bütün varlıkların oluş nedeni
ve beslenmesi yerden geliyordu. Ölen ve yok olanları bağrına alan da, yine yer
idi. Yerin rengi yağızdı. Onun için, özellikle yeraltı korkunçtu.
Türkler, “Yağız Yer” derler iken,
yerin sonsuz derinliklerini ve karanlıklarını da düşünürlerdi. Bu düşünce
onlara, korku ile karışık bir ürperme verirdi. Yeryüzü ise, Türklerin “Yer-Su”
dedikleri kutsallıklar ile dolu idi. Birbirinden ayrılmayan ve her zaman
beraberce söylenen bu iki kutsal varlık, Tanrı ve Gök gibi, insanların
kaderlerini de çizebiliyorlardı.
Türklerin üzerlerinde yaşadıkları yer ve sular, aynı zamanda Türklerin
koruyucusu idiler. Tıpkı “Türk Tanrısı” gibi, bir de “Türk Yer ve Suları”
vardı. Yer ve Sular Tanrı değil, sadece birer kutsallık idiler.
Türkler, “Güneş” ve Güneş’in doğduğu
“Doğu’ya” da saygı gösterirlerdi. Doğu, Güneş’in doğduğu yöndü. Bu sebeple,
Türkler doğuya büyük önem verirlerdi. Batı ise, Ay’ın bir sembolü halinde idi.
Türklerde Güneş, Ay’dan daha önemliydi. Güneş doğarken diz çökerek, Güneş’e
selâm vermek veya güneşten yardım dilenmek gibi istek ve saygı hareketleri,
Türk tarihinde çok görülen olaylardı. Türkler bu nedenle, ölülerinin başları
ile evlerinin kapılarını da, doğuya çevirirlerdi. Yön tayin ederken de,
yüzlerini yine doğuya dönerlerdi. Yüzlerini doğuya dönen Türkler, doğu yönüne
“ileri” derlerdi. İleri yerine, bazen “gündoğusu” deyimini kullanırlardı.
Doğunun sembolik rengi, Türklere göre mavi veya yeşildi. Kır ve demirî kır
atlar da bu yönün sembolü idiler.
Güney, Doğu’dan sonra önemli ikinci
yön idi. Güney, “Güneş’in gezindiği” bir yön idi. Türkler güneye “Kün Ortası”,
yani “Gün Ortası” derlerdi. Güneyin sembolik rengi kırmızı idi. Atları
ise, al ile doru atlardı. Batı, üçüncü yöndü. Batı, yüzleri Güneş’e dönük
Türklerin arkasına düşüyordu. Bu sebeple, Türkler batıya, “arka” veya ‘arkaya’
anlamına gelen “kurı” deyimini kullanırlardı. Batıya, “Gün Batısı” da denirdi.
Batının sembolik rengi beyaz ve atları ise ak atlardı. Kuzey, Türklerin en son
saydıkları bir yöndü. Eski Türkler, kuzeye ‘sol’ anlamına gelen “yarı”
diyorlardı. Bu söz, biraz da uzaklıkla ilgili idi. Kuzeyin sembolik rengi kara
ve atları siyah atlardı.
Türklere göre Güney gündüzün, Kuzey
ise gecenin yönü idiler. Eski Türkler, gece ile gündüzün tıpkı Güneş gibi doğup
battığına da inanırlardı. Bunun için de tam kuzeye “Tün ortası” ve güneye de
“Kün ortası” derlerdi. Dünya’yı yuvarlak bir tepsi hâyâl edersek, bunun yarısı
gece ve yarısı da gündüz idi. Tepsi, kendi ekseninde döndükçe, gece ile gündüz
yer değiştiriyorlardı. (Altay dağlarındaki kurganlarda, bu düşünceyi temsil
eden bazı resimler de ele geçmiştir.)[2]
Türkler, Tanrı'nın ölümsüz olduğuna
inanırlar. Onların arasında ahiret, mahşer günü, hesapların görülmesi, cennet
ve cehennem inancı bulunmaktadır. Türkler, bugün "Münker ve Nekir"
denilen iki meleğin varlığına ve onların insanı, bütün hayatı boyunca takip
ettiklerine inanmaktadır. İnsanın sağında bulunana " Yayuçi" solunda
bulunana da "Körmös" derler. Ayrıca Türkler, ruhların ebedîliğini,
iyi ve kötü ruhların bulunduğunu kabul ederler.
Türklerde "yuğ" denilen cenaze merasimleri son derece önemlidir. Ölenin sosyal durumuna ve yörelere göre, yuğ farklılık arz eder. Ölülerin yakıldığı yönünde bazı rivayetler olsa da, onların kefenlenerek gömülmesi geleneği vardır. Öldükten sonraki hayatlarının rahat olması inancıyla, bazı yörelerde, erkek ölülerin silahları, kıymetli eşyaları ve tam teçhizatlı atları; kadınların da mücevherleri ile birlikte gömüldüklerine dair bilgiler bulunmaktadır.
Ölenin yeri belli olsun diye, kurgan
inşa ederler, mezarların üstünü tümsek yaparlar ve geniş daireler şeklinde taş
yığarlar. Ata ruhlarına saygı gösterirler. Ölen atalar için at, sığır ve koyun
kurban ederler. "Ölü aşı" denilen ziyafetler verirler.
Dağlar, Tanrı'nın makamı sayılırlar.
Bunun dışında ateş kültürünün onlar arasında önemli bir yeri vardır. Onun maddi
ve manevi kirleri temizlediğine inanırlar. Türkler arasında kendisine kutsallık
atfedilenlerden birisi de, Umay'dır. Dişi bir tanrıça olarak nitelenen veya
koruyucu ruh olduğu vurgulanan Umay, genellikle çocukların koruyucusu ve hamisi
olarak telakki edilmektedir. Bugün bazı Türk toplulukları arasında "Umay
Ana" şeklinde bu inanç varlığını sürdürmektedir. (Ancak, tarihi süreç
içinde bazı değişikliklere uğrayan bu inanış, özellikle Anadolu Türkleri
arasında, menşeine ters bir anlam kazanarak, "Umacı" adıyla çocuklan
korkutan bir karakter kazanmıştır.)
Geleneksel Türk dini inanışında,
ibadet karşılığında "alkış", "yükünme" ve
"ötünme" gibi kelimeler kullanılmıştır. Tek Tanrı'ya inanan
Türklerde, ibadetin merkezi Tanrı'dır ve O'nun rızasını kazanmadır. Türklerin
günlük ibadet ve ibadethaneleri olduğu konusu, pek açık değildir. İbadet, resmi
ibadet ve halk ibadeti şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Resmi ibadet, baş
"din adamı" sıfatıyla Hakan'ın yönettiği ibadettir. Devlet
törenlerini olduğu gibi, dini törenleri yönetmek de Hakan'a aittir. Türklerde
ibadetler genellikle ilkbahar, yaz ve sonbaharda yapılır. Ayrıca, tesadüfen
belirli bir zamana bağlı olmadan yapılanlar da vardır. Bayram ve ayinlerde, kurban
takdim edilir. Kurbanlar ve dini törenlerde "Kam" denilen dini
kişilerden de yararlanılır. Kurbanların en önemlisi attır. Bunun yanında koyun
ve sığır da kurban edilmektedir.[3]
Çağdaş Bizans tarihçisi
Theophylaktos; Türklerin, toprağı, suyu, ateşi ve havayı (dört unsuru) takdis
etmekle beraber, sadece yerlerin ve göklerin hâliki bir Tanrı’ya taptıklarını,
ona at, sığır ve koyun kurban ettiklerini, istikbali haber veren kâhinler
(kam) olduğunu söyler.
Eski Türk dininde, (Şamanilikte) bir
peygamber ve mukaddes kitap olmadığı için, kamların (şaman) birçok vazifeleri
ve büyük nüfuzları vardı. Bu kamlar arasında, Oğuzların destanı, Korkud-Atası,
Çingiz Han'ın tarihi Gökçe’si çok kudretli şahsiyetler idi. Gerçekten bunlar,
Tanrı’nın, cihân hâkimiyetini Oğuz Han’a ve evlâtlarına Çingiz Han’a ihsân
ettiğini müjdelemişlerdir.
Göktürk Kitabeleri, Şamanlar hakkında bir şey söylemiyorsa da, Çin, Bizans, İslâm ve Hıristiyan kaynakları, Şamanların çeşitli dini vazifeleri ve tesirleri hakkında dikkate şayân bilgiler verirler. Çağdaş İranlı tarihçi Cüveyni: “Uygurlar'da sihir ilmini bilenlere ‘Kam’ derler. Bunlar, şeytanlara hükmettiklerini iddia ederler. Bugün şehzâdeler onların söz ve dualarına çok itimad ederler ve fikirlerini almadan bir işe teşebbüs etmezler. Hastaları da Kamlar tedavi eder.” der.
Müslüman ve Hıristiyan anlayışından
farklı olarak, kamların Tanrı ile münasebetlerine dair inanışlar mevcuttu.
Cüveynî, Çingiz adının menşeini izah ederken “Muteber Moğollar’dan işittim ki,
şiddetli bir kışta, çıplak olarak, dağlara giden bir kimse vardı. O, Tanrı ile
konuştum, buyurdu ki, yeryüzünü Timuçin'e ve oğullarına verdim. Adını da Çingiz
Han koydum” demiş. Bununla, kamların Tanrı ile münasebette bulunduğu
inancı yaşıyordu.
Reşideddin de “Gökçe’nin göğe çıktığından,
Tanrı ile görüştüğünden ve daima Çingiz Han'ın yanına gelip, onun dünya
hükümdarı olacağından bahsederdi.” kaydı ile bu hususu teyit eder.
Kırgızların yılın muayyen bir
gününde toplandıkları, musiki-şinasları ve şarkı âletleri hazırlandıktan sonra,
içmeye ve raks etmeye başlayan kamların kendinden geçtiği, bu esnada ona
istikbâlde vuku bulacak hâdiseler hakkında sual sordukları, onun da o yıl
zarfında bolluk-kıtlık, yağmur-kuraklık, hastalık, emniyet-düşman durumu
hakkında haberler verdiği ve bunların doğru çıkacağına inanıldığı rivayet
ediliyor.
Tarihçi Cüveynî, kamların istikbale
ait haberlerini nücûm ile iştigallerine atfeder. Rubruck'a göre onlar,
astronomiden anlar; husuf ve küsuf hâdiselerini önceden haber verirler. Ay ve
gün tutulunca, halk, evinde ayakta bekler ve bir kimse dışarı çıkmaz. Tutulma
hâdisesi sona erince de, halk içki ve müziğe başlar ve eğlenir. Şamanlar onlara
istikbâlin iyi ve kötü hâdiselerini bildirirler. Kamların tavsiyeleri olmadan orduyu
toplamaz ve savaşa girişmezlerdi. Nitekim kâhinler müsaade etmediği için,
Moğollar uzun zaman bekledikten sonra Macaristan’a dönmüşlerdir.
Türk-Moğol Şamanîliği arasında bazı
farklar gözüküyorsa da, bunları ayırmak kolay değildir. Söylendiği gibi
kamların Ay ve gün tutulmaları hakkındaki bilgileri muhtemel olarak Uygur
medeniyeti ile temastan sonra, astronomlara ait bulunmak icab eder. Moğollar,
İslâm memleketlerini istilâ edince de, riyaziye ve heyet âlimlerini kıtaldan
istisna etmişler ve onları yanlarına alarak istikbali keşfe çalışmışlardır.
Mengü Han’ın sarayı karşısında baş şamanın ikametgâhı bulunurdu. Han, onların
sözlerinin yapılması lüzumunu belirtirdi.
Kumanlar da kamlara çok itibar eder;
kehanetlerine, tebşirlerine ve sihirlerine itimat eder ve verdikleri haberlerin
Tanrı’dan geldiğine inanırlardı. Şamanlar, geceleyin dûa ve sihri
faaliyetlerini yapar; ellerindeki davulları şiddetle yere vurur, nihayet
hiddetlenir ve bizzat kendisini bağlar. Bundan sonra karanlıkta rûh gelir ve
haberler verir.
Rivayete göre bir Macar, böyle bir
merasim esnasında aralarında gizlenmiş. Çadırın üstünde bulunan rûh, içeride
Hıristiyan olduğu için gelemeyeceğini haykırmış. Bunu işiten Macar da, süratle
oradan kaçmıştır.
Şamanlar hasta olunca da çağrılır; o da büyüye başlar ve hastalığın tabiî veya cin eseri olduğunu söyler ve tedaviye girişirdi. Kamlar, çocukların doğuşunda da onların kaderlerini haber verirlerdi. Nitekim Dede Korkut da, çocuk doğunca dâvet edilir; o da dûa eder; ismini koyar ve “Adını ben verdim, ömrünü Tanrı vere.” dileğiyle vazifesini bitirirdi.
Kamların hastalık ve ölüm zamanlarında vazifeleri çok ehemmiyet kazanırdı. Bir kimse hasta olunca, ona evinin yakınında bir çadır kurulur; hastalık fena rûhların eseri olduğu için hizmetine köle ve câriyeler bakar, çadır üzerine işaret konularak başkalarının yaklaşmamaları belirtilirdi. Sadece kam hastanın yanına gider; kendisine göre dûa ve vasıtalarla tedâviye başlar, akrabası iyileşinceye kadar kendi hastasını görmez ve ölünce de orada merasimle defnedilirdi.
Türklerin ölüm ve defin merasimleri
de ruhun ebediyetine ve ahirete inanışın bir icabı olup bu hususta çok zengin
tarihî malzeme vardır. Göktürklerde, ölünün cesedi çadırın içinde yatırılır; akrabaları
kendisine at ve koyun kurban ederlerdi. Hepsi ata biner, çadırı yedi defa
dolaşır ve feryada başlarlardı. Çadırın kapısına geldikleri zaman bıçakla
yanaklarını yaralar; kan gözyaşlarına karışırdı. Cesedin defni, mevsime göre,
yaprakların yeşermesi veya dökülmesi zamanına kadar, yâni ilk ve son bahara değin,
bekletilirdi. Defin esnasında da aynı mâtem merasimi yapılırdı. Ceset ölünün
silâhları ve kurban edilen atının külleri ile birlikte gömülür ve bu ata
binerek cennete gideceğine inanırlardı.
Esasen han ve beylerin atları da
semavî bir menşeden gelirdi. Bu yüksek şahsiyetlerin mâtem merasimlerine
yabancı devlet elçileri de katılır ve onlar da Türkler gibi yüzlerini
yaralamağa ve aynı şeyleri yapmağa mecbur edilirdi. 572 de gelen Çin, 576 da
gelen Bizans elçileri Mukan ve İstemi hanların matemlerine katılmağa
zorlandıkları zaman, bunu garip karşılamışlar; fakat nihayet sakallarını tıraş
ederek mâteme iştirak etmişlerdir. Türkler, bu mâtem merasimine «Yuğ» adını verirdi
ki Türkçe “yığla” (ağlamak) da buradan gelir. Bizans kaynakları, bu mâteme “dohıya”
denildiğini söylerler.
Eskiden, ölenlerin cesetleri
yakıldığı halde, bilâhare gömüldüklerine dair de bazı işaretler vardır. Ölen
hükümdar ve kahramanların mezarları üzerine, öldürdükleri düşmanların taştan
balbal denilen heykelleri konur ve bunların ahirette kendilerine hizmet
edeceğine inanılırdı. İslâmiyet, nasıl zaruret halinde cihadın farz ve sevap
olduğunu emrediyorsa, eski Türk dini de böylece savaşı dinî bir müdafaa
vazifesi sayıyordu. Bu sebepledir ki, ömrünü muharebe ve fetihlere ayıran Oğuz
Han “Çok
savaştım; Tanrı’ya borcumu ödedim.” diyordu.
Göktürk han ve beylerinin mezarları
üzerine tuğladan bir bark yapılır, içerisinde duvarlarına ölünün resmi ve
yaptığı savaşların tasvirleri de çizilirdi. Avrupalı seyyahlar, Tuna
boylarından Altaylara kadar, Kıpçak ve Kanglıların “Kurgan” denilen tepe gibi
mezarlarını ve üzerlerinde ölülerin heykellerini görmüşlerdi. Sonraları
taş-nine denilen bu Kıpçak mezarlarına ait heykellerin (Sin-taş) başları kırılmış
bulunuyordu. W. Barthold, bu heykellerin kırılışını İslâm taassubuna değil,
Moğollara atfediyor. Zira ona göre Moğollar, eski insan resimlerini hayattaki
kimselere zarar vereceği itikadında idiler ki bu münasebetle de Türk ve Moğol
inanışlarında bir fark daha kaydedilmiş oluyor.
Türklerin mâtem esnasında yaptıkları merâsim ve âdetlerden bazıları İslâm devrinde de devam etmiş ve Selçuklular zamanında türlü şekilleri ile yaşamıştır. Hastaların ayrı bir çadırda tutulması ve kimse ile temas ettirilmemesi, bulaşıcı hastalıklara karşı sıhhat kaidelerine uygun bir tecrübenin, dinî bir inanış haline geldiğini göstermektedir.
Göktürkler ve halefleri
yabancıların, beraberlerinde zararlı ruhları getirdiklerine veya sihir
yaptıklarına inandıkları için hudutlarda ve hakanların huzuruna girişlerinde,
kamlar tarafından iki ateş arasından geçirilmek suretiyle bir merasime tabi
tutuluyor ve temizleniyorlardı. Ateş fenalıkları temizlediği için, ölülerin
eşyaları da onunla temizlenmeden önce kullanılmazdı. Bu da, tecrübelerle
mikroba karşı müdafaanın nasıl bir dinî inanış haline geldiğini gösterir.
Şamanların dûa ve ilâhileri tespit
edilememiştir. Zira bu dûalar, onların istiğrak halinde bulunduğu zaman
irticalî olarak okunur ve bu esnada kendilerinden geçmiş bulundukları için de
hatırlanamazlar. Yalnız Tanrı ile insanlar arasındaki münasebetlere dair
haberler bize kadar intikal ettiğinden, bunların böyle bir ruh haleti dışında
olduğu anlaşılıyor.
Türkler arasında yağmur ve kar
yağdırmaya dair inanış ve faaliyetler hakkında hikâyeler çok eski olup, İslâm
devrinde de devam etmiştir. İslâm müelliflerine göre; Nuh Peygamber Türkistan’ı
oğlu Yâfes’e verdiği zaman, o bu kurak ülkede ne yapacağını sorar. Babası da,
oğluna yağmur yağdırma kudretini bahşeder ve üzerinde dûa (îsm-i âzam) yazılı
olan bir taş (tılsım) verir. İhtiyaç halinde, bu yazılı taş ile Allah’a dûa
edilerek yağmur yağdırılırdı. Buna “Yâda taşı” adı verilirdi. Rivayete göre bu
taş Oğuzlar eline geçtiği için, onlarla Karluk, Hazar ve diğer Türkler
arasında, buna sahip olmak maksadı ile savaşlar eksik olmazdı. Türklerin
ecdâdına Allah’ın yağmur yağdırma kabiliyeti verdiği rivâyeti Çin, İslam ve
Hıristiyan kaynaklarında sık sık zikredilmiştir. Çin kaynakları, Göktürk
devleti kurulmadan önce, Apangu’nun kardeşi tabiat-üstü kuvvetlere hükmediyor
ve istediği zaman rüzgâr estirip yağmur ve kar yağdırabiliyordu bilgisini
verirler. Bu da onlara ataları Kunlardan geliyordu.
Zira Kunlar, düşmanlarına karşı
yağmur, dolu ve kar yağdırarak veya fırtına ve rüzgâr çıkararak onları mağlûp
ediyor ve bunu yapan kâhinlere sahip bulunuyorlardı. V. asırda kuvvetlenen
Cücenlerin (Avar), bir istilâsına karşı kendilerini bu sayede korudukları da
kaydedilmiştir. Böylece Yada Taşı’nın hem kuraklığa, hem de düşmana karşı
kullanıldığı rivayet edilmektedir. Eski Arap seyyahı Temîn bin Bahr, Dokuz
Oğuzlara (Uygurlara) gitmiş; “Onların beldelerinde garip bir taş olup,
bununla istedikleri zaman yağmur, dolu ve kar yağdırıyorlardı. Bu mesele onlar
arasında çok yaygın ve meşhur olup, kimse bunu inkâr etmez.” der.
Türkler, birçok eski kavimler gibi,
meselâ Orhun Kitâbeleri’nde kaydedildiği üzere Kağan ve beyler ölünce
ruhlarının bir kuş gibi göğe, Tanrının yanına uçtuğunu (uça-bardı) kabul
ediyorlardı. Eski Türkçede “uçmak” kelimesinin aynı zamanda, cennet manasına
gelmesi ve İslâm devrinde bu mefhumu ifade için kullanılması sebebi de budur.
Bunun gibi kötü ruhlar da yer altına gider ki buraya da "tamu" deniliyordu ve
İslâm devrinde cehennem karşılığı olarak kullanılıyordu.
Göklere çıkan iyi ruhlar, dünyadaki akrabaları için Tanrı nezdinde şefaatçi bulunuyor ve yeraltına giden kütü ruhlar da, insanlara fenalık yapıyorlardı. Türkler, kıyamet gününe de “Uluğ Gün” adını veriyordu. Altaylıların yaratılış efsanesine göre, Tanrı Kara Han, yerleri ve gökleri “Kişi” den sonra yaratmıştır.
Kişi de, bu esnada yaratmak
kudretine erişmek isteyince, Tanrı onu ışık âleminden yeraltı karanlık diyarına
almış; başka yeni bir kişi yaratmıştır. “Erlik” adını alan bu ilk kişi ve onun
kandırdığı kötü ruhlar da, düşman oldukları insanları fenalıklara sevk
etmiştir.[4]
Her ne kadar zaman geçmiş olursa
olsun, eski Türk inançlarının bazıları günümüze kadar doğru veya yanlış
gelebilmiştir. Bu durumda Türklerin başka medeniyet ve kültürler ile
karşılaşmasının, ayrıca günümüze kadar ulaşabilmiş destanlarda, dini motiflerin
ve inanışlarının bulunmasının da etkisi büyüktür. Birebir aynı olarak
inanılmıyor ve uygulanmıyor olsa da, eski Türk dininin ve inançlarının, bizdeki
etkilerinin yok olmadığı aşikârdır. Hala belirli bölgelerimizde (Örn. Anadolu)
bu inanç ve uygulamalar içerik, anlam ve isim olarak değişmişse de, sıklıkla
rastlanmaktadır.
KAYNAKLAR
ÖGEL
Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Kömen Yayınları, Ankara, 1979.
ERDEM
Mustafa, Geleneksel Türk Dini ve İslam, Dinî Araştırmalar Dergisi I. Cilt II.
Sayı, 1998.
TURAN Osman, Türk Cihân Hâkimiyeti
Mefkûresi, Turan Neşriyat Yurdu,
İstanbul, 1969.
[1] TURAN, Osman, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi, Turan
Neşriyat Yurdu, İstanbul, 1969, s. 48
[2] ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Kömen
Yayınları, Ankara, 1979,
s.311-312-313-314-315-316-317.
[3] ERDEM, Mustafa, Geleneksel Türk Dini ve İslam, Dinî
Araştırmalar Dergisi I. Cilt II. Sayı, 1998, s.82-83.
[4] TURAN, Osman, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi, Turan
Neşriyat Yurdu, İstanbul, 1969, s. 48-50-51-52-54-55-56-57-58-59.


çok güzel bir çalışma aramıza hoş geldin Elif
YanıtlaSilÇok güzel bir yazı olmuş. Elif arkadaşın emeğine kalemine sağlık, başarılarının devamı temennisi ile aramıza hoşgeldin.
YanıtlaSilAkademi Tarih ekibinden Erdem BAŞTUĞ
Eline koluna sağlık güzel olmuş
YanıtlaSil