akademitarih

EN YENİ MAKALELER

Post Top Ad

Your Ad Spot

10 Eylül 2022 Cumartesi

UNUTURSAN HATIRLATIRLAR

Eylül 10, 2022 0

 

Puck dergisinin 1897 kapağında, altı devlet tarafından koruma altındaki Yunanistan, çocuk olarak tasvir ediliyor.




İlhan ŞAHİN


UNUTURSAN HATIRLATIRLAR

 

Bugün Ege’de her fırsatta eskilerin değimi ile “Zağar[1]” gibi Türk devletine efelenen Yunan tarihine gelin hep birlikte kısaca göz atalım.

 

Yunan halkı batılı devletlerin özellikle Latin devletlerinin hep şamar oğlanı olmuştur. Haçlı saldırıları sonrasında Katolik Avrupalılar başta Doğu Roma (Bizans) halkını ezmiş, sömürmüş ve katliamlar yapmıştır. Hepimizin malumu bu durum Bizans’ı canından bezdirmiş ve “Türk sarığını, Papa’nın külahına” tercih etmişlerdir. Peki, Osmanlı ne yapmıştır? Beş asır boyunca Yunan’a, Rum’a askerlik yaptırmamış, dinlerini ve dillerini özgürce yaşamalarına müsaade etmişlerdir. Türklerin Mehmet’leri cephelerde kırılırken, Hiristolar zenginliklerine zenginlik katmışlardır. Hatta deniz ticaretinin tamamını onlara vermiş ve gemi ticaretinde imtiyaz tanımışlardır.

 

Ne zaman ki Osmanlı zayıf düşmüş 500 yıl önce Irzlarına ve canlarına el uzatan batılı güçlerin yaptıkları unutulmuş, kendilerine yemeden yediren, içmeden içiren Türklerin düşman olduğu olmayan akıllarına gelmiştir. Batılı güçler Avrupa’nın atasının Yunan kültürü olduğunu üfürerek Yunan ayaklanmasını başlatmıştır. Sonuçta Latinlerin yaptıkları da, Türklerin yaptıkları da unutulmuş Avrupa’nın ortasında bir Gayr-i Meşru Yunanistan oluşumu sağlanmıştır.

 

Osmanlı yönetimine karşı Yunan Bağımsızlık Savaşı, 1821'de başlar ve neredeyse on yıl sürer. Başarı, büyük ölçüde yabancıların müdahalesi sayesinde gelir. Kendi işlerini kendi beceremeyen Yunan’a yardım Fransa, Rusya ve İngiltere’den gelir. Bu üç ülke Osmanlı donanmasını Navarin'de batırana kadar Osmanlılar üstünlüğü tartışmasızdır. 1821'de Osmanlılar yeni Yunan Cumhuriyeti'ne bağımsızlık vermeye zorlanır, ancak Türkiye batı, orta ve kuzey anakarasının çoğunu elinde tutmaktadır. Bu dönem aynı zamanda tüm Yunan halkını tek bir bayrak altında toplamayı amaçlayan "Megalo İdea"nın de başlangıcı olarak kabul edilir. İşin en acı tarafı Osmanlı Türkleri tarafından “ticaret yapsınlar” diye gemi verilen Yunanlıların bu gemileri silahlandırıp Türk devletine karşı kullanmalarıdır. Bu dönemde Sadece Mora’da tam manasıyla Türk soykırımı yapılır. 1821 yılında Mora’da yaşayan 50 bin Türk’ün 20 bini kadın, yaşlı, çocuk demeden katledilir[2].

 

Avrupa’nın Gayr-i Meşru çocuğu Yunanlılar tüm bu katliamlardan sonra bağımsız olacaklarını düşünürler ancak beklenen olmaz. Batılı büyük güçler Yunan halkına “ Siz kendinizi yönetecek kapasiteye sahip değilsiniz” diyerek Bağımsız(!) Yunanistan’ın başına Bavyera prensi Otto'yu Kralı olarak atarlar. Yani Bağımsız Yunan devletinin başına bir Alman atanır. 1863'te liberal subaylar ve politikacılar tarafından devrilen Otto’nun yerine Danimarka doğumlu I. Yeoryos Büyük Güçler tarafından getirilir ve yönetim biçimi anayasal meşrutiyet olarak değiştirilir.

 

Yunan halkı Venizolos döneminde bir defa daha Büyük güçlerin maşası olarak kullanılır. Boş bir hayal uğruna Anadolu’ya gönderile bizim eski dost Hristo’lar, İngiliz çocuklarının yerine Anadolu’da ölürler. İngiliz soyluları saraylarında Puro tüttürürken Yunan çocukları “akılsız başın cezasını ayaklar çeker” mantığı ile son sürat denize doğru koşarlar. Tarihler 9 Eylül 1922’i gösterdiğinde Büyük Güçlerin maşası ve Gayr-i Meşru çocuğu Yunanistan askerleri Ege’de kulaç atıp Atina’ya doğru yüzmektedir.

 

Bu olayların üstünden yıllar geçti. Türkiye Kore’ye asker göndermek şartıyla Yunanlılarla birlikte NATO’ya 1952 yılında üye oldu. Yani Mehmetlerin Kore’de Şehit olması karşılığında 1952 yılında Menderes hükümeti tarafından NATO’ya üye olarak kabul ediliriz. 1974 tarihinde Yunanlılar NATO’nun askeri kanadından Kıbrıs Barış harekâtını gerekçe göstererek ayrılırlar. Daha sonra birçok defa askeri kanada dönmek için girişimlerde bulunurlar. O zamanın hükümetleri Ecevit ve Demirel tarafından engellenirler. Hani şu eski Türkiye’nin başbakanları olan Demirel ve Ecevit. Hani domates karşılığında Türkiye Demir Çelik Fabrikalarının kurulmasını sağlayan Demirel ve Kıbrıs Barış harekâtını yapan Ecevit. Yunan ne yaptıysa, ne ettiyse eski Türkiye’nin siyasileri Yunanlıları NATO’nun askeri kanadına alınmaz. Ancak 1980 yılında Askeri Darbe ile iktidara gelen “Ne tekim Evren” darbeden sadece bir ay sonra 17 Ekim 1980 yılında Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesine müsaade eder ve bugün Ege’de yaşanan Yunan şımarıklığına neden olur. Nedense bu bana Annan planı karşılığında Kıbrıs Rum tarafına verilen imtiyazları ve Denktaş’ın kahrından ölmesine vesile olanları aklıma getirdi. Şükürler olsun ki Türkiye eski Türkiye değil.

 

Çok uzattığımın farkındayım ancak başlığımızı destekleyeceğini düşündüğüm son bir anekdot anlatıp işi kurtaracağım sanıyorum. Bugün ataları gibi Büyük Güçlerin beslemesi ve zağarı olan Başbakan Kiryakos Miçotakis hayatını Türkiye’ye borçludur. 1967 yılında Yunanistan’da “Albaylar darbesi” olarak adlandırılan askeri darbe olur. Darbe sonrasında babası Konstandinos Miçotakis tutuklanır ve istenmeyen adam olarak ilan edilir. 1968 yılında bizim Kiryo daha altı aylıkken zamanın Dış İşleri Bakanı Rahmetli İhsan Sabri Çağlayangil tarafından Yunanistan’dan kaçırılarak ailesi ile birlikte Türkiye’ye getirilir. Türkiye’de ağırlanır ve daha sonra Fransa’ya giderler. Yani bugün Türkiye’ye efelik eden Kiryo aynı ataları gibi ekmek yediği tasa pislemiştir. Eee boşa dememiş büyükler. “İt’den kuzu doğmaz” diye.  

 

Son olarak bugün “Yunan yapmadı sizin yaptığınızı” diyen babası Yunan ama anasının kim olduğunu bilmediğimiz Türk görünümlü Helenlere bir çift lafta biz edelim.

“Unutursan hatırlatırlar”




[1] Bir cins çoban köpeği.

[2] SALÂHİ R. SONYEL, “Yunan Ayaklanması Günlerinde Mora’daki Türkler Nasıl Yok Edildiler?”, Belleten, TTK, 1998, Ankara, s. 111

Read More

5 Eylül 2022 Pazartesi

MÜTAREKEDEN MÜCADELEYE

Eylül 05, 2022 0


 Akademi Tarih olarak Yayın konuğumuz Kırıkkale Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Doç.Dr. İsmail Efe hocamızın Mütarekeden Mücadeleye adlı konu başlığı ile siz değerli izleyicilerimizi bilgilendiriyor. İyi seyirler dileriz...


Read More

10 Temmuz 2022 Pazar

Hani Din Akıllı İşi idi?

Temmuz 10, 2022 0


 

İlhan ŞAHİN
Tarihçi-Yazar

Hani Din Akıllı İşi idi?

Moğol ordusu 1258 yılında Bağdat’ı kuşatır ve alır. Moğol Komutanı Hülagû Han Bağdat’a girince şehrin merkezinde bulunan görkemli Camii önünde karargâhını kurar. Asya steplerinden gelen ve çadırda yaşayan Hülagû mescidin görkemi karşısında şaşkınlığını gizleyemez. Abbasi Halifesi Müstasım’ı yanına çağırtır. Halife süslü kıyafetleri, ipek elbisesi ve parmağında nadide taşlardan yapılmış yüzükler ile Hülagû’nun karşısına çıkar. Moğol Komutanı Halife’den İslam’ı anlatmasını ister. Abbasi Halifesi Allah’ın emirleri ve Peygamber’in hadisleri ışığında temsil ettiği dini anlatır.

                Halife “İslam adil olmayı, fakire fukaraya yardım etmeyi emreder. İslam kul hakkı yemeyi yasaklar. Köleliği kaldırır, kadınlara, çocuklara şefkatli davranmayı emreder. İslam Peygamberi sağ elin verdiğini sol el bilmemeli, komşusu açken tok yatan bizden değildir.” Şeklinde açıklama yapar. Moğol Komutan ayağa kalkar ve şu tarihi cevabı verir.

                “Gök Tengri’ye yemin olsun ki sizin Tengri’nizin bu tür görkemli ibadethanelere ihtiyacı yoktur. Ancak sizler Tengri’nizin yasakladığı ne varsa yapıyor ve günahlarınızı örtmek için böyle görkemli ibadethanelere saklanıyorsunuzşeklinde cevap verir.

                Şimdi İslam Dünyası’nın içinde bulunduğu duruma bakıyorum da bir Moğol barbarının anladığı kadar İslam’ı anlamadığımızı düşünüyorum Adım başı cami yapıyoruz. Her Cuma günü bu camilere para topluyoruz. Camilerde en lüks malzeme kullanıyoruz ancak cami dışında aç yatıp dilenen insanları görmüyoruz. Biz acaba İslam’ı yanlış mı anladık?

                Hâlbuki çağının en görkemli yapısı Kâbe-i Muazzama dururken vahyinin yılanların, çıyanların bulunduğu Hira mağarasına inmesini hiç düşünmedik. Kuran'ın Kâbe’nin etrafında onca zengin insan varken, karanlık Hira’da ibadet eden Abdullah’ın oğlu hem yetim hem öksüz Muhammed’e inmesinin inceliğini sorgulamadık. Demek ki takvada üstün olmak için kimin oğlu ya da kızı olduğunuzun hiçbir önemi yokmuş. Demek ki iyi bir Müslüman olmak için görkemli ve süslü binalara da ihtiyaç yokmuş. Yeter ki tertemiz bir kalp, düzgün bir iman ve sağlam bir akla sahip olmanız yeterliymiş.

Yıllarca bir milleti diğer bir milletten üstün tuttuk. Arapça yazılı gazete kâğıtlarını bile öpüp anlımıza koyduk. Ancak onca Arap toplumu ve ordusu İstanbul’u kuşatıp ta alamazken İstanbul Türkçe konuşan Fatih tarafından alınıyordu. Hiç birimiz Fatih’in çalışıp, akıl edip gemileri dağlardan yürütmesini Şahi topu döktürüp zamanın en gelişmiş teknolojisini kullanmasını akıl edemedik. Sadece “nasip” deyip işin içinden sıyırdık. Çünkü akıl etmek meşakkatli bir iştir. Akıl etmek için zaman harcamak, kitap okumak gerekir.

Bugün İslam dünyasının içinde bulunduğu duruma bakın. İnsanları açlıktan öldüğü, Müslümanın Müslüman’ın kafasını kestiği,  emperyalistlerin doğal zenginlikleri sömürmesine izleyici kalan bir ümmetle karşı karşıyayız. Allah tarafından verilmiş tüm yer altı ve yer üstü zenginlikleri kâfirlerin sömürdüğü İslam dünyasının uğraştığı konulara bakar mısınız? Neden hiçbir Müslüman akıl edip te “ya bu gâvur zenginlik içerisinde hem de bizim topraklarımızda olan madenlerle refah içinde yaşıyor, biz niye bunu yapamıyoruz” diye akıl edipte sormuyor. Hani Kuran’da her üç ayetten biri akıl etmekle ilgiliydi? Hani peygamberin emri vardı. Hani ilim Çin’de de olsa gidilecekti?

Şimdi bir moda başladı. Önüne gelen “Osmanlı torunu” olduğunu söylüyor. Ancak bu Osmanlı torunları Osmanlı’yı da bilmiyor. Osmanlı Devleti’nin neden yıkıldığını düşünmüyor. Düşünmez çünkü yukarda da belirttiğim gibi düşünmek zor iştir. Emek ister… Avrupalı teknolojisini geliştirirken Osmanlı devlet adamlarının koltuk kavgasını düşünmez bizim Osmanlı torunu. Abdülhamid’e ve Mehmet Akif’e sahip çıkar ancak Mehmet Akif’in en büyük Abdülhamit düşmanı olduğunu bilmez. Abdülhamid’e Çiçek Aşısı araştırmalarına ayırdığı ödenek için “Gâvur” diyen ulemayı da yere göğe koymaz, çiçek aşısının bulunmasına vesile olan Abdülhamid’i de.  

Evet sevgili dostlar bir Kurban Bayramını daha idrak ediyoruz. Sosyal medyada kestiğimiz kurbanları paylaşıyoruz. Bir gösteriş merakı aldı başını gidiyor. Sağ elin verdiğini bırakın sol elin görmemesi artık dünya görüyor. Şimdi ben soruyorum lütfen cevap veririmsiniz:

Hani din akıl sahiplerine inmişti?

KAYNAKLAR

İbn-i Kesir “İslam Tarihi”

TDV İslam Ansiklopedisi

Ramuz El Hadis

Erhan Afyoncu “ Osmanlı Tarihi”

Ali Fethi Okyar “Üç Devir Bir Adam”



Read More

9 Mart 2022 Çarşamba

Orta Asya Türk Tarihi 2. Bölüm

Mart 09, 2022 0

 



        Orta Asya Türk Tarihi konusunda uzman tarihçi Yazar Mustafa Ulusoy ile arkadaşımız Seda Özdemir'in yaptığı söyleşinin 2. Bölümü sayfamızda iyi seyirler.



Read More

22 Aralık 2021 Çarşamba

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ'NİN FİKİR İŞÇİSİ: "EROL GÜNGÖR"

Aralık 22, 2021 0

Erol Güngör

Hazırlayan
Berkan ERKEÇ

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ'NİN FİKİR İŞÇİSİ: "EROL GÜNGÖR"

 

    25 Kasım 1938’de Kırşehir’de doğdu. Babası Hacıhâfızoğulları’ndan Abdullah Sabri Bey annesi Zeliha Gülşen Hanım’dır. İlk ve orta öğrenimini doğduğu şehirde yaptı. Dedesi Ahî Evran Camii imamı Hâfız Osman Efendi’nin çevresinde ve Kırşehir’in mânevî atmosferi içinde tarih ve kültür konularına ilgi duydu. Ortaokul sıralarında eski yazıyı öğrendi. Lise talebesi iken özel Arapça dersleri aldı. O yıllarda İslâm-Türk kültür tarihinin ana eserlerini okumaya başladı. Bu durum, onun daha sonraki ilim hayatının önemli bir tarafını teşkil edecek olan millî ve İslâmî kültür değerlerine ilgisinin temelini oluşturdu. Öte yandan Ziya Gökalp ve Hilmi Ziya Ülken gibi fikir adamlarının kitaplarını okudu. İlk yazısını da yine bu yıllarda mahallî bir gazetede takma adla yayımladı.

    1956’da Kırşehir Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu. Bu arada devrin ilim, fikir ve sanat adamlarının toplandığı meclislere katıldı; Fethi Gemuhluoğlu tarafından Mümtaz Turhan’a tanıtıldı. Onun teşvikiyle Hukuk Fakültesi’nden ayrılarak Edebiyat Fakültesi’nin Felsefe Bölümü’ne geçti; üniversitedeki tahsil hayatı boyunca hocasından çok etkilendi.

    Erol Güngör öğrenciliği sırasında kendi fakültesinde memurluğa başladı (1957). Bu yıllarda Fransızca yanında İngilizce de öğrendi. Misafir Profesör Hains’in laboratuvar asistanlığını yaptı ve derslerini Türkçe’ ye çevirdi. Edebiyat Fakültesi’nden mezun olduğu yıl (1961) Tecrübî Psikoloji Kürsüsü’ne asistan tayin edildi. Asistanlığı sırasında Türkiye’de yeni bir ilim dalı olan sosyal psikolojiye yöneldi. Bu disiplinin önemli temsilcilerinden Krech ve Crutchfield’in eserini Sosyal Psikoloji adıyla Türkçe’ye tercüme etti. Akademik çalışmalarının yanı sıra dergi ve gazetelerde yazı yazmayı sürdürdü. 1965’te Mümtaz Turhan’ın yönetiminde hazırladığı Kelâmî (Verbal) Yapılarda Estetik Organizasyon adlı teziyle doktor unvanını aldı. 1966’da Colorado Üniversitesi’nden sosyal psikolog Kenneth Hammond’un daveti üzerine Amerika’ya gitti. Bu üniversitenin Davranış Bilimleri Enstitüsü’nde milletlerarası bir ekibin araştırmalarına katıldı. 1968’de yurda dönerek Tecrübî Psikoloji Kürsüsünde sosyal psikoloji derslerini yürütmeye başladı. Askerliğini yaptığı yıllarda hazırladığı Şahıslar arası İhtilâfların Çözümünde Lisanın Rolü adını taşıyan teziyle doçent oldu (1970).

    Üniversitede verdiği dersler ve ilmî yayınları ile Türkiye’de sosyal psikoloji dalını önemli bir alan haline getiren Erol Güngör Başbakanlık Planlama Teşkilâtı’nda, Millî Eğitim Bakanlığı ve Kültür Bakanlığı’nın çeşitli komisyonlarında görev aldı. 1978’de, genel değerler sistemiyle ahlâkî değerler arasındaki ilişkileri sosyopsikolojik açıdan incelediği Değerler Psikolojisi Üzerinde Araştırmalar başlıklı takdim teziyle sosyal psikoloji profesörü oldu. 1982 yılında Selçuk Üniversitesi’ne rektör tayin edildi. Bu görevi sırasında 24 Nisan 1983’te İstanbul’da vefat etti.

    XX. yüzyılın ikinci yarısında İslâm’ı ve milliyetçiliği yeniden ele alıp değerlendirenler arasında önemli bir yeri bulunan Erol Güngör, bir tarafıyla Ziya Gökalp ve Mehmet İzzet’le başlayıp Mümtaz Turhan’la devam eden Türk sosyoloji mektebinin bir halkasını teşkil ederken diğer taraftan İslâm’ın ve milliyetçiliğin ilgiyle takip edilen bir yorumcusu olmuştur. Erol Güngör ise yine sağlam bilgilere ve objektif davranışa sahip olmakla beraber bu bilgileri her sınıftan aydının kavrayabileceği şekilde ifade edebilmiştir. Din, kültür, medeniyet, milliyet gibi birçok düşünür ve yazarın parça parça ele aldığı konulara Güngör sistematik, kategorik, hatta didaktik bir yön vermiştir. Bu bakımdan terkipçi bir zihniyete sahiptir.

    Erol Güngör eserlerinde nakillerden çok birinci kaynaklara, tercümesi yapılmış eserlerde bile orijinal metinlere başvurmuştur. Yazılarının ikna edici oluşunun sebeplerinin başında, ele aldığı her konuda metot olarak önce o fikri veya insanı anlamak, öncekilerle veya başka fikirlerle kıyaslamak, daha sonra da tahlil ve terkip etmek gibi açık ve güvenilir bir yol tutması gelir. Kendisinin taraftarı olduğu dünya görüşünün mensuplarını da eleştirmesi inandırıcılığını destekler. Sosyal çalkantıların yoğunlaştığı 1960 sonrasının yayın hayatında Erol Güngör’ün kitaplarından bazılarının yüksek tirajlara ulaşması, birçok münakaşa ve ihtilâflarda aklî ve mantıkî delillerle ikna edici bir ifade kullanarak uzlaştırma kabiliyetiyle açıklanabilir.

    Erol Güngör, sosyolojiyi Türkiye’ye getirmesi ve üniversitelerde sosyoloji kürsüsünün kurulmasına öncülük etmesi, sosyolojik tahlillerini Türk sosyal hayatına uygulaması gibi başarıları dolayısıyla takdir ettiği Ziya Gökalp’in din konusundaki fikirleriyle kültür-medeniyet ayırımını da ilmî bir şekilde ele almış ve eleştirmiştir.

    İslâmiyet’in güncel problemlerini çeşitli yazılarında ele alan Erol Güngör’ün İslam’ın Bugünkü Meseleleri adlı kitabı Müslümanlığı hayata açmak, reform konusunu spekülasyona kapılmadan sağlıklı olarak yorumlamak, faiz meselesinde yeni bir hamle yapmak gibi önemli konuları ihtiva eder. Ona göre Hristiyanlıkta olduğu gibi Kayser’in ve Îsâ’nın ayrı ayrı hâkimiyetleri söz konusu olamaz. İnsanı maddî ve manevi bütünlüğüyle kavrayan İslâm’da bu bakımdan laiklik sadece vicdan hürriyeti manasında düşünülebilir. İslâm Tasavvufunun Meseleleri adlı kitabında da şeriat, tasavvuf, akıl-bâtın, dünya nizamı - iç yaşayış konularını irdeler. Çeşitli felsefe ve dinlerde mistisizmi inceledikten sonra tasavvufun tarihî gelişimi, iktidarla ilişkisi, bilgi ve vecd gibi felsefî-psikolojik problemleri değerlendirir. Bütün gayretlere rağmen tasavvufî hareketin zaman zaman Ehl-i sünnet itikadının dışına taşmasını ve birçok parlak zekâyı kültür alanının dışında bırakmasını, böylece mutasavvıfların toplum meselelerine ilgi göstermemelerini de hareketin olumsuz tarafı olarak görür. Buna karşılık pozitivist düşüncenin aşkı ve imanı kalplerden uzaklaştırdığı bir çağda tasavvufun ahlâkî ve psikolojik değerini vurgular. Sonuç olarak İslâm toplumunun bugün sahip olduğu potansiyelin en çok ihtiyaç duyulan içtihat yönüne çevrilmesini ister.

Read More

2 Aralık 2021 Perşembe

Çölde Bir Aslan: FAHRETTİN PAŞA

Aralık 02, 2021 0


 Çölde Bir Aslan: FAHRETTİN PAŞA


Hazırlayanlar
İbrahim GÜLEŞEN
Zehra ŞAHİN


    Fahreddin Paşa, I. Cihan Harbin’de Suriye-Filistin cephesinde vazife görmüş, muhtemel Şerif Hüseyin ayaklanmasına binaen Medine’ye gönderilmiş ve buradaki müdafaasıyla şöhret kazanmıştır. Paşa, cehennemî çöl sıcakları altında, silah ve erzak yetersizliği gibi imkânsızlar içinde -iki buçuk sene- direnmiş ve nihayet yanındaki bazı neferlerin, âsiler tarafına geçmesi yüzünden teslime mecbur olmuştur. Fakat bu şanlı direniş ona cihan çapında bir şöhret kazandırmıştır. İşte I. Cihan Harbi’nin mühim bir safhası olan Suriye-Filistin Cephesini, Hicaz Harbi ve Medine Müdafaasını hakkıyla anlayabilmek için de Fahreddin Paşa’nın hayatını çok iyi bilmeye mecburuz. Üzerinde asırların yorgunluğunu hisseden Devlet-i Aliy’ye artık yükünü taşıyamaz hâle gelmişti. Her tarafta inkıraz ve çözülme alâmetleri görülürken halkın -maşerî vicdanı- bir ümit ışığı beklemekteydi. Fakat beklenen bir türlü gerçekleşmedi. Evvela Trablusgarb ve Balkan Harpleri ardından I. Cihan Harbi’nin ilanı… Daimî savaş hali, her cinsten milleti yormuş ve bezdirmişti… Aziz vatan müdafaaya muhtaçtı ve ne pahasına olursa olsun müdafaa edilmeliydi. Devlet-i Aliy’ye pek çok cephede aynı anda savaşmaya mecburdu. Zaten iktisadî durumun kötü olduğu bir zamanda bir de savaşa dâhil olmak, devletin mali vaziyetini iyiden iyiye bozmuştu. Pek çok askerî birlikte silah ve erzak yetersizdi. Karargâh-ı Umumîye bunların temini için her gün sayısız telgraf geliyordu. Telgraf alınan yerlerden birisi de Medine’ydi. Devlet zaten dışarıda düşman ile uğraşırken bir de içte Şerif Hüseyin’in isyanıyla karşılaşıldı. Bu isyana karşı Medine’yi müdafaa vazifesi ise Fahreddin Paşa’ya verilmişti. Fahreddin Paşa neye mâl olursa olsun Medine’yi müdafaaya ve âsilere teslim etmemeye kararlıydı. Ve Paşa bu kararlılığını iki sene altı ay boyunca sürdürdüğü [1]müdafaayla bütün dünyaya ispat etti. O, Cihan Harbi’nin sonunda¸ bütün Anadolu’nun “Eyvah bunca şehitlere¸ bunca fedakârlığa rağmen¸ artık her şey bitti.” feryadıyla karanlıklara gömüldüğü günlerde¸ uzaklardan¸ Ravza-i Mutahhara’dan bir fecir yıldızı gibi parlamıştır.

 

    Çocukluğu ve Tahsili

    Fahreddin Paşa’nın asıl adı Ömer’dir. Kuzey Bulgaristan’da yer alan Rusçuk’da[2] 1868’de dünyaya gelmiştir. Dedesi III. Selim’in (1789-1808) kurduğu Nizam-ı Cedid Ordusunda topçu başı olarak vazife yapmış olan Ömer Ağa’dır. Babası Mehmed Nahid 1833 senesinde İstanbul, Cihangir’de doğmuştur. Mehmed Bey bir müddet Tuna Vilayeti Posta ve Telgraf Müdürlüğü yapmış, 1897’de Yemen’e sürgün edilmiş ve 1914’de vefat etmiştir.[3] Ömer Fahreddin’in annesi Rusçuklu Fatma Âdile Hanım (ölm.1887) Mohaç Meydan Muharebesi’nin (29 Ağustos 1526) kazanılmasında mühim payı olan Akıncı Bali Bey (Balioğulları) soyundan gelmektedir. [4] Ömer Fahreddin tahsiline Rusçuk’ta başlamıştır. 93 Harbi diye meşhur olan[5] 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi ruhunda asker olmak arzusu uyandırmıştır. 93 Harbi’nden sonra ailesi ile beraber pek çok Müslüman Türk gibi o da İstanbul’a gelmiştir. İstanbul’da Harp Okuluna kaydolmuş ve 1888’de buradan birincilikte Süvari Mülazımı(Teğmen)olarak mezun olmuştur. [6] Daha sonra Erkan-ı Harbiye Mektebine devam ederek buranın birinci sınıfını başarıyla ikmal etmiş, bir intihab name ile Meclis-i Maarif- i Askeriyye tarafından Saray’a takdim edilmiştir. Saray’ın tasdikiyle Başkumandanlık kendisine mülazım-ı evvellik (üst teğmen) rütbesini tevcih etmiştir. Erkan-ı Harp Mektebi’ni on mevcutlu sınıfının beşincisi olarak bitiren (24Mayıs1891) Fahreddin Efendi, Erkan-ı Harp (Kurmay)Yüzbaşısı olarak mezun olmuştur.[7] Fahreddin Paşa tahsili sırasında çalışkanlığı, disiplini, ahlakı ve efendiliği ile temayüz etmiş bir kimsedir. Ve bu vasıflarını hayatının sonuna kadar nefsinde taşımaya devam etmiştir. Kendisinin tarihte iz bırakabilmesindeki esas unsurlardan birisi de bu faziletleridir.

    1 Ocak 1894’de IV. Ordu Erkan-ı Harbiyesine gönderilmiştir.[8] 19 Kasım 1901’de binbaşı olmuş ve 12 Ekim 1903’de Birinci Hudud Komiserliği’ne tayin edilmiştir. 1904 ’de Türk-Rus sınırında, piyade taburumuza baskın yapan Ermeni çetelerini, bir süvari bölüğü ile Rus topraklarından geçerek çevirmiş ve bunları yok etmiştir.[9] 15 Kasım 1897’de Kaimmakam olmuş, bu sırada Türk-Rus Hudud Komisyonu’nun başkanlığını yapmıştır. 27 Ocak 1908’de 7. Tümen’de vazifeli iken IV. Ordu Erkan-ı Harbiyesi’ne nakledilmiş ve aynı yılın 25 Temmuzunda hudud nişan taşları tayinine memur edilmiştir. 2 Mayıs 1909’da “31 Mart” ayaklanmasının bastırılmasında vazife alarak hadise ile alakalı ihbarların tetkiki komisyonunda çalışmıştır.

    20 Haziran 1909’de Ayvalık’daki Rum ayaklanması sırasında Divan-ı Harb-i Örfî Reisliği’nde bulundu. 1910’da miralay rütbesine yükseltilen Fahri Bey Tekirdağ’da İkinci Fırka Erkan-ı Harbiye Reisliği’ne getirildi. 1911- 1912 yılında meydana gelen Trablusgarb harbinde İtalyanlarla çarpıştı. Bu devrin bütün subayleri gibi Fahri Bey de cepheden cepheye koştu. 26 Mayıs 1913’de tekrar Osmanlı- Rus Hudud Arazi İşareti Komisyonu birinci azalığına, 4 Ocak’da mürettep tümen komutanlığına, 13 Şubat’ta Harput Tümeni Komutanlığı’na ve 16 Şubat’ta 31. Tümen Komutanlığı’na getirilmiştir. Balkan Harbi’ne (1912-13) bu vazifede iken Hurşid Paşa’nın 10. Kolordusuna bağlı olarak katılan Fahri Bey harbin sonlarına doğru Çatalca mevkiinde köprübaşı taarruzunu yapan Enver Bey’in (Paşa) öncü kumandanlığında Edirne’nin geri alınmasında mühim bir rol oynamıştır. 6 Ocak 1913’de 7. Tümen komutanlığına tayin edilmiş, 29 Şubat’ta kıdemine iki sene zam yapılmıştır. 17 Ağustos 1914’de IV. Ordu’ya bağlı 12. Kolordu Kumandanlığına tayin edildi. Bu sırada miralay rütbesinde bulunan Fahri Bey, 25 Kasım 1914’de Mirlivalığa terfi ettirilmiştir. 11 Kasım 1914’de Osmanlı Devleti, Harb-i Umumîye girdiği zaman Fahri Paşa 12. Kolordu Kumandı olarak Musul’da bulunuyordu. Bu kolordu Ağustos ayında Enver Paşa’nın emri ile Musul’dan Haleb’e gelmişti. Fahri Paşa’ya 26 Ocak 1915’de 12. Kolordu Kumandanlığına ilaveten bir de 4.Ordu Kumandan vekilliği vazifesi verilmiştir. Bu sırada 4. Ordu kumandanı Cemal Paşa’ydı.

    Hicaz Günleri

    Hicaz’daki hareketlenmeyi haber alan Cemal Paşa endişelenmişti. Zaten kendisine daha evvel de bir isyan olacağına dair malumat gelmişti. Bunun üzerine Cemal Paşa her türlü ihtimale karşı maiyetindeki 12. Kolordu Kumandanı Fahreddin Paşa’yı Medine’ye göndermeye karar verdi. Böylece Fahreddin Paşa 23 Mayıs 1916 tarihli bir emirle geçici ve gizli olarak Medine’ye gitme emrini aldı. Fahreddin Paşa’nın esas vazifesi uzak bir ihtimal olarak gözükse de şayet devlete karşı bir isyan vuku bulacak olursa buna karşı şiddetli tedbirler almaktı. Medine Muhafızı Basri Paşa, cesur, namuslu, hamiyetli ve Medine Araplarını iyi tanıyan birisiydi fakat kafi miktarda tecrübeli olmadığı için şiddetli tedbirler almakta zorlanabilirdi. Paşa 31 Mayıs’ta Medine’ye ulaştı. Medine’deki birliklerin kumandasını ele alır ve 4. Ordu’dan da acilen takviye kuvvetler gönderilmesini ister. Gelen yeni takviye kuvvetler de mevcut birliklere ilave edilerek Hicaz Kuvve-i Seferiyye’si teşkil edilmiştir.

    Medine ile Suriye’nin irtibatını koparmak için demiryoluna saldıran asiler, 3-5 Haziran arasında Hediye-Medine, Ebu’n-Naam-Cidde arasındaki demiryolunu, ayrıca haberleşmenin kesilmesi için de Ebu’n-Naam-Buvata arasında 140 kadar telgraf direğini tahrip etmişlerdir. 5-6 Haziran gecesi Medine karakollarına saldırdılarsa da başarılı olamadılar. Âsilerin Medine çevresindeki ilk hücumları, Paşa’nın yerinde tedbirleri sayesinde başarısız olmuştur. İlk taarruzlarında muvaffak olamayan âsiler Medine etrafındaki bazı stratejik mevkileri ele geçirmeye çalışınca Paşa hemen harekete geçerek Biriali, El-ilave, Birimaşi, mevkilerindeki asileri mağlup etti. (27 Haziran 1916) Böylece Medine’nin etrafı bir hayli temizlenmiş oldu. Bu durum, Medine’nin kolayca teslim alınacağını düşünen Şerif Hüseyin için bu büyük bir hayal kırıklığı idi. Fahreddin Paşa’ya karşı olan bu başarısızlık Arap isyanının propaganda safhasında da büyük zararlara sebeb olmuştur. Esasen âsiler harbin sonuna kadar şehri ele geçirememişler ancak harekâttaki bazı gecikmeler, geri hizmetlerin zorluğu ve kuvvet yetersizliği yüzünden âsilerin tamamen yok edilmesi sağlanamamıştır. Fahreddin Paşa bu başarılarından dolayı 15 Temmuz 1916 tarihinde Hicaz Kuvve-i Seferiyyesi Kumandanlığına tayin edilmiştir. Nihayet 10 Haziran’da isyan Cidde, Mekke ve Taif’e yayıldı. Bu yerler arasındaki telgraf telleri İngilizler tarafından kesilmişti. Yedi günlük kuşatma neticesinde Cidde (16 Haziran 1916), iki gün sonra Mekke (12 Haziran 1916) ve bir müddet mukavemet edildikten sonra (20 Eylül 1916) Taif düşmüştür. Mekke’nin düşmesinden sonra burayı yeniden almak için bir -Mekke seferi- düşünülmüş fakat sonrasında bunun yapılamayacağı görüldüğü için vazgeçilmiştir. Fahreddin Paşa’nın müdafaa ettiği Medine haricindeki hemen hemen bütün büyük bölgeler asilerin eline geçmişti. Mekke’nin kaybedilmesinden sonra Hz. Peygamber’in kabrinin bulunduğu Medine’nin elde tutulması düşüncesi ağırlık kazandı ve bu politika savaşın sonuna kadar devam etti. Hicaz’ın terk edilmesi, Hükümet aleyhinde büyük bir kampanyaya neden olabileceği gibi, Arap isyanının geniş bir alana yayılmasına neden olabilirdi. Hicaz’daki kuvvetlerin en önemli problemlerinden birisi de iaşe ihtiyacıydı.

    Hicaz’ın terk edilmesi düşüncesi Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na girmesiyle birlikte gündeme gelmişse de 1917 yılına kadar herhangi bir adım atılmamıştı. Şerif Hüseyin’in isyan etmesi ve isyanın Hicaz’da yayılmaya başlaması, Hicaz’daki kuvvetlerin yetersizliğini ortaya koydu. Bu kuvvetlerin isyanın yayılmasını engellemek, Medine’yi korumak ve Medine-Şam demiryolunu kontrol altında tutmak gibi çok önemli görevleri vardı. Tahliye ile birlikte çevredeki kabileler ayaklanabilir ve Arap isyanı daha geniş bir alana yayılabilirdi. Burada dikkate alınan önemli bir husus, dini duygulardı.

    Paşa elindeki imkanlarla Medine’yi iki yıl yedi ay müdafaa etti. Evvela Medine ve çevresinde bir güvenlik hattı oluşturmak için Aşar Boğazı, Biriderviş, Biriabbas ve Birireha mevkilerini asilerden temizledi. 29 Ağustos 1916’da Medine çevresinde 100 kilometrelik bir emniyet şeridi meydana getirilmiş oldu. Fahreddin Paşa devamlı takviye kuvvet istiyor fakat hükümet isteklere cevap veremeyecek durumda olduğunu söylüyordu. 1916 yılında Şerif Hüseyin’in isyan etmesiyle Hicaz’daki Osmanlı kuvvetleri çok zor duruma düştüler. Başlangıçta Mekke’nin kurtarılmasına yönelik planlar yapıldıysa da daha sonra bundan vazgeçilerek savaş boyunca Medine ve demiryolu hattını korunması kararlaştırıldı. Bu nedenlerle, hattın korunması Hicaz savunmasının en önemli esaslarından birisi oldu. İngilizler ise asi Araplarla beraber devamlı olarak demiryolu hattını hedef aldılar. Bomba ve dinamit kullanarak, bazen rayları söktürerek, bazen de ani baskınlar yaparak hattın işlemesini engellemeye çalıştılar.

    Sonuç olarak 1917 yılında Hicaz’da; aşiretlerin asilerin tarafına geçmeye başladıkları, isyanın sadece Hicaz’la sınırlı kalmayıp Suriye’ye ulaştığı bir gerçektir. Ancak birçok olumsuzluklara ve bütün zorluklara rağmen Medine ve demiryolu hattı kaybedilmemiştir. Medine ve demiryolu hattındaki savunma tedbirleri ile isyancılar 1917 yılı boyunca oyalanmış ve daha kuzeye çıkmaları geciktirilmiştir.

    Suriye cephesinde Cemal Paşa, Enver Paşa’ya 1917 yılı Ocak ayında Arap isyanının yayılma belirtileriyle birlikte burada daha fazla kuvvet bulundurmak gerekeceğinden hareketle, bundan sonra Hicaz’a ilave kuvvet göndermeyeceğini belirtti. Cemal Paşa bir durum değerlendirmesi yapmış ve Hicaz’ın zamanında tahliye edilmesinin Filistin’i de kurtaracağına karar vermişti. Cemal Paşa Enver Paşa’ya Hicaz’da zamanın aleyhte işlediğini, sadece askeri yönden bile düşünüldüğünde Hicaz’ın tahliyesinin zorunlu olduğunu, tahliye için en az doksan güne ihtiyaç olduğunu bildiriyordu. Bütün bunlara rağmen Hükümet bir tercih yapmak durumundaydı.

Filistin cephesindeki yenilginin Suriye’nin kaybına, ardından İtilaf devletleri kuvvetlerinin Anadolu’ya kadar gelmelerine zemin hazırlayacağından endişe ediliyordu. Zaten Hükümet ve Enver Paşa, Hicaz savunmasını ikinci derecede bir cephe olarak görmekteydi. Enver Paşa 2 Mart 1917 tarihinde 4. Ordu Komutanlığı’na gönderdiği şifrede; Cemal Paşa’nın teklifi doğrultusunda Hicaz’da görev yapan birliklerin bir kısmının Filistin’de görevlendirilmeleri amacıyla geri alınmalarının kararlaştırıldığını bildiriyordu. Bunun anlamı Hicaz Kuvve-i Seferiyesi’nin merkezi durumunda olan Medine’deki bazı birliklerin tahliye edilmesi ve Arap Yarımadası’nın tamamının savunulmasından vazgeçilmesiydi.

    Cemal Paşa bu emirleri tebliğ ederken Fahreddin Paşa’ya, “Ancak, bu telgrafı alınca ağlamamanızı rica ederim. Ne yazık ki, Medine, bugün İslam vücudunun kangren olmuş bir uzvudur. Anavatanı kaybetmemek için, bu uzvu geçici olarak feda edeceğiz.” diyordu. Fahreddin Paşa cevabında telgrafı ağlamaktan okuyamadığını belirtiyor, eğer henüz çok kötü bir durum yoksa Medine’de en azından yeteri kadar erzak, altın ve takviye edilmiş bir piyade alayının bırakılmasını teklif ediyordu. Fahreddin Paşa’nın ailesinin de bu sırada Medine’de bulunduğu, eşinin çeşitli yardım kuruluşlarında çalışmalar yaptığı ve orduya büyük yardımı olduğu anlaşılmaktadır. Fahreddin Paşa’nın eşine bu faaliyetlerinden dolayı “ikinci dereceden şefkat nişanı” verilmesi kararlaştırılmıştı Bu süreçte Paşa, Harem-i Şerif’te bulunan Mukaddes Emanetlerin, İngilizlerin veya âsilerin eline geçmesi ihtimaline binaen tedbir olarak İstanbul’a nakledilmesini sağlamıştır. Bir komisyon kurarak tek tek kontrol ettirdiği mukaddes emanetleri 2000 askerin koruması altında İstanbul’a gönderir. Emanetler 25 Mayıs 1917’de payitahta ulaşır.

    Hicaz kaynakları Hicaz’daki Osmanlı kuvvetlerinin ihtiyacını karşılama noktasında yeterli değildi. Bu kuvvetlerin iaşesi için demiryolunun açık tutulması zorunluydu. İngilizler ve Arap isyancılar bu durumun bilincinde olarak demiryolunu çalışmaz hale getirmek istiyorlardı. Bu arada tahliyenin gündeme gelmesi ve bazı kuvvetlerin kuzeye çekilmeye başlaması, isyancı Arapların saldırılarını artırmalarına neden olmuş ve saldırılar özellikle demiryolu hattında yoğunlaşmıştır. Bunun üzerine Medine’nin tahliyesine karar verildi. Devlet Şerif Hüseyin isyanını haber alır almaz siyasî bir tedbir olarak yerine Ali Haydar’ı Mekke emirliğine tayin etmişti. (1 Temmuz 1916) Bunun çok faydalı olacağı zannedilmiş ve lakin ciddi bir tesiri olmamıştı.  Evvela yeni tayin edilmiş olan Mekke Emiri Şerif Haydar Paşa ailesiyle birlikte Medine’den ayrıldı. Onları 3000-4000 kişilik yerli halk takip etti. Paşa az bir kuvvetle müdafaaya devam etmek durumundaydı. Hicaz demiryolunun Medine’ye yakın olan Tebük- Medain arasındaki Müdevvere İstasyonu’nun düşman eline geçmesinden sonra Medine kalesi asiler tarafından kuşatıldı. Kuşatmadan önce kaleyi tahliye etmesini teklif eden İstanbul Hükümetine şu cevabı vermişti:

    “Medine Kalesi’nden Türk bayrağını ben kendi elimle indiremem, eğer mutlaka tahliye edecekseniz buraya başka bir kumandan gönderin.”

    Şehrin kuşatması uzadıkça erzak sıkıntısı daha da hissedilmeye başlanmıştı. Bu yüzden askere verilen günlük iaşe miktarı bir hayli azaltıldı. Hatta bir ara Fahreddin Paşa, çekirge yenilmesini emretmek mecburiyetinde kalmıştı. Paşa, cehennemî sıcaklar altında her türlü fedakârlığı gösteren Müdafilerin, muhasara psikolojisinden uzaklaşıp, zihnini meşgul etmek için günlük emirler çıkartıp, muhtelif müsabakalar tertip ediyordu. Mesela bir gün “Osmanlı Sancağı” hakkında bir yazı müsabakası açmıştı.   Paşa, müdafaa süresince Medine’nin imarıyla da meşgul olmuştur. Yeni su kuyuları açmış, demiryolundan Harem-i Şerif’e kadar uzanan düz ve geniş bir yol yaptırmıştır.   Fahreddin Paşa ve Medine müdafileri bir taraftan düşmanla diğer taraftan cehennemî sıcaklar, açlık ve hastalıklarla mücadele ederken Kanal Harekâtı felaketle bitmiş, Filistin elden çıkmış ve en yakın Osmanlı kuvvetleri 1300 km. uzakta kalmıştı. Devlet mağlup olmuş ve Mondros Mütarekesi’ni imzalamak mecburiyetinde kalmıştı.(30 Ekim 1918) Mütarekenin 16. maddesine göre şehri teslime mecbur olan Paşa buna yanaşmadı. Kızıldeniz’de demirleyen bir İngiliz torpidosunun mütareke şartlarını bildirmesine rağmen Paşa buna cevap vermedi. Dahası Babıali’nin Mondros Mütarekesini tebliğ etmek üzere gönderdiği Yüzbaşı Ziya Bey’i hapsederek İstanbul’u da cevapsız bıraktı. Babıali İngilizlerin de baskısı üzerine bu defa padişahın imzasını taşıyan bir teslim emrini Adliye Nazırı Haydar Molla ile Medine’ye gönderdi. Fakat Paşa bu emri de dinlemedi. Fahri Paşa imkânlarının sonuna kadar direnmeye, müdafaaya kararlıydı. Fakat nihayet yanındaki bir takım subayların ihanetiyle karşılaştı ve bu subayların tazyikiyle teslime mecbur oldu. Anlaşma gereği yirmi dört saat zarfında Haşimî Karargâhına gitmesi gerekiyordu. Fakat o Ravza-ı Mutahhara’nın yakınındaki bir medreseye giderek burada kalacağını söyledi. Fakat Paşa’nın mücavir sıfatıyla da Medine’de kalmasına müsaade edilmedi. Fahreddin Paşa Medine Müdafaası sırasında 12. Kolordu Kumandanı sıfatıyla10 Mayıs 1918’de, 1911-12’de basılan Harp Madalyasını almış ve Mirliva (tuğgeneral) rütbesiyle taltif edilmişti. 28 Temmuz’da ise Ferik rütbesine yükseltilmiştir. Yine müdafaa sırasında Almanlar kendisine Demir-Haç Nişanı vermişlerdir. Akıbet kendisiyle görüşmeye gelen Necib Bey ve etrafındakiler tarafından tutulup Haşimi karargâhında hazır olan çadıra götürüldü. Anlaşma gereği Şerif Abdullah’ın kuvvetleri 13 Şubat 1919’da şehre girdi. Böylece şehir mütarekeden yetmiş iki gün sonra teslim oldu. Türk askerinin şehri teslimi ile dört asırlık şanlı bir devre kapanmış oluyordu.

    Esaret Hayatı

    İngilizler Paşa’yı mütareke hükümlerine uymamakla suçlayarak Kasr-ı Nil kışlasına hapsettiler. Yedi ay burada kalan Paşa’nın daha sonra harp suçlusu olarak Malta’ya sürgün edilmesine karar verildi. Paşa 8 Ağustos 1919’da Malta’daki Salvator kalesine doğru yola çıkarıldı. Malta’ya ilk gelen 73 kişi ile birlikte A blokuna yerleştirilmiş ve kendisine verilen sürgün numarası 2752’dir. Diğer mahkûmlar gibi Fahri Paşa da günlerini kitap okuyarak, resim yaparak ve çiçek yetiştirerek geçirmeye çalışıyordu. Paşa burada tutuklu bulunurken İstanbul’un işgaliyle tesis edilen Divanı harb’te ölüme mahkûm edilmiştir. Ayrıca ailesine verilen maaş da kesilmişti. Bu durum ailesinin zor günler yaşamasına sebep olmuştu. 7 Mart 1921’de başlayan müzakereler neticesinde Ankara Hükümeti ile İngiltere arasında Londra Antlaşması imzalandı. Bu anlaşma ile esirlerin bırakılması sağlanmış oluyordu. Fahreddin Paşa da bu cümleden olarak 8 Nisan 1921’de kayıtsız şartsız serbest bırakıldığında 2 sene 33 gün tutuklu kalmış bulunuyordu.

    Paşa evvela Almanya’ya geçerek Berlin’e geldi. Burada bulunan Talat, Enver ve Cemal Paşa’lar ile görüştü. Akabinde Enver Paşa’nın davetiyle Moskova’ya geçti. Moskova’da İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı Kongresi’ne katıldı. Aynı süreçte Ankara Hükümeti sefiri Ali Fuad Bey (Cebesoy) ile görüşmüş ve ondan bir mektup almasından sonra Milli Mücadele’ye iştirak gayesiyle Batum’a gelmiştir. Batum’dan 2 Ağustos 1921’de Kars’a geçen Paşa böylece vatanına kavuşmuş olur.

    Milli Mücadeleye iştirak için Erzurum’a hareket etmiş olan Paşa, Sakarya muharebesine yetişememişti. 24 Eylül’de Ankara’da Mustafa Kemal’le görüştükten sonra Fahri Paşa, 1 Mart 1921’de Moskova’da Afgan heyeti ile Türk sefaret heyeti arasından imzalanan Türk-Afgan ittifakı gereğince bir müddet sonra TBMM’nin Kabil Sefirliğine tayin edildi. (9 Kasım 1921) Ayrıca sefirliği sayesinden Türk- Afgan dostluğunun pekişmesinde mühim rol oynamış, Ruslarla mücadele eden Başkırdistan Cumhurbaşkanı Zeki Velidi Togan’a yardım etmiştir. Paşa Kabil sefirliğini 12 Mayıs 1926’ya kadar devam ettirmiştir. 31 Aralık 1932’de Divan-ı Askeri Temyiz azalığına, 3 Ocak 1932’ de ise Askeri Temyiz reisliğine tayin edilmiştir. Kanunî hizmet süresini doldurduktan sonra 5 Şubat 1936’da tekaüd oldu ve muhtelif muharebelerdeki hizmetlerine mukabil nişan, madalya ve kıdem zammı ile taltif edilmiştir. 22 Kasım 1948’de vefat etmiş, vasiyeti üzerine Rumeli Hisarı’na defnedilmiştir.



[1] Şerif Hüseyin isyanı 5 Haziran 1916 da başlamış ve Medine 13 Ocak 1919 de âsilere teslim edilmiştir.

 [2] Bulgaristan’da tarihî bir şehir olan Rusçuk eski Tuna Vilayetinin merkeziydi. Kozmopolit bir yapısı vardı. Bugünde Bulgaristan’ın dördüncü büyük şehri (Ruse/Russe) olup önemli bir sanayi ve kültür merkezidir. Tafsilat için bkz: Machiel Kiel, “Rusçuk”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. 35, İstanbul 2008

[3] Naci Kaşif Kıcıman, Medine Müdâfaası – Hicaz Bizden Nasıl Ayrıldı?, İstanbul 1994, s.20

[4] Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî, c. II, İstanbul 1996, s. 3. [5] Mahir Aydın, “Doksan üç Harbi”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. 9, İstanbul 1994.

[5] Bu savaş Osmanlı tarihinde bir dönüm noktasıdır. Balkanların büyük kısmı kaybedilmiştir. Binlerce Müslüman Türk Balkanlardan, Anadoluya hicret etmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu hicretin mahiyetini ve yaşanan felaketlerin tafsilatı için bkz:

H. Yıldırım Ağanoğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Balkanların Makûs Talihi: Göç, İstanbul

[6] Süleyman Yatak, Fahreddin Paşa, s. 43 vd.

 [8] Yatak, a.g.e., s. 45

[9]  Kıcıman, Medine Müdafaası, s. 20.

Read More

30 Ekim 2021 Cumartesi

OSMANLI DÖNEMİNDE DENİZ TİCARETİ

Ekim 30, 2021 0

Osmanlı'da Deniz Ticareti

 

Buket ERMAN
Niğde Üniversitesi İktisat Fakültesi
Yüksek Lisans Öğrencisi


OSMANLI DÖNEMİNDE DENİZ TİCARETİ

 

“Denizciliği, Türk’ün büyük milli ülküsü olarak düşünmeli ve onu az zamanda başarmalıyız.’’

                                                                  Mustafa Kemal Atatürk




            Osmanlı devleti zaman zaman değişik sebeplerle bir ürünü bir yerden başka bir yere nakline gereksinim duymuştur. Gereksinim duyduğu genellikle başkent İstanbul’un ve sarayın ihtiyaçları ile ordu ve donanmanın ihtiyacı olan mallar oluşturmuştur. Taşımaya konu olacak ürünler donanmaya ait gemilerle ya da tüccar gemileriyle taşınmıştır.

Osmanlı döneminde taşıma ücretinin gemilerle yapılması sonucu, gemi sahiplerine taşınan malın türüne ve varılacak mesafenin uzaklığına göre belirli bir taşıma ücreti ödenmiştir. Bu ödenen taşıma ücretine ‘’navlun’’ denilmiştir. Osmanlı öncesi dönemde ve Osmanlı döneminde navlun, deniz taşımacılığında kullanılan en önemli yöntemi oluşturmuştur.  Navlun, gemilere yüklenen malların ağırlıklarına, malların değerlerine veya türüne göre alınan nakliye ücretine verilen isimdir. Gemiciler, güzergahları üzerindeki limanlarda indirilmek üzere gemilerine yüklenen mallardan aldıkları navlunla, sefer masraflarını karşılayarak gelir elde etmişlerdir. Navlun bedeli yüklenen malın değeri veya türüne göre belirlenebilse de çoğunlukla yükün birim ağrılığı üzerinden hesaplanmıştır[1]. Merkezin ilgili kadılıklara gönderdiği emirlerde talep edilen malın orada bulunan gemilere yükletilerek navlun ile gönderilmesi istenmiş, fakat navlunun ne kadar olacağı çoğu durumlarda belirtilmemiştir. Bu durumun temel sebebi de navlun fiyatının piyasa değerinden oldukça düşük bir fiyatla ödeneceğinin önceden tespit edilmiş olmasıdır. Bu durumu ise Osmanlının merkezin ihtiyaçlarını taşradan isterken gemilere ödenecek navlunun ‘’ narh-ı ruzi veya si’r-i cari’’ üzere ödenmesini emretmesinden anlaşılmıştır[2]. Gemiciler belirlenen narhın dışına çıkarak fazla para talep ettiğinde ise ilgili kadılıklar tarafından fermanlar gönderilerek gemicilerin herhangi bir ek ödeme talep etmemeleri ve cari olarak uygulanan navlun fiyatlarının geçerli olduğunu belirtmişlerdir. Ayrıca merkez, İstanbul’un tüketimi için gerekli olacak malların taşıma ücretini o bölgenin gelirlerinden karşılanmasını da talep edebilmekteydi. Bu yolla da merkeze yüklenen taşıma masrafının merkez hazinesine yük olmasının önüne geçmiş olunmaktaydı[3].Merkezden taşraya ya da taşradan merkeze doğru nakledilen malzemeler çeşitlilik göstermekle birlikte, bu malzemeler çoğunlukla savaş teçhizatlarından oluşmuştur. Sefere çıkan ordunun gereksinimleri ve donanma inşa etmek için gerekli olan ağaçlar ve diğer malzemeler bunlardan bazılarını oluşturmuştur[4]

Tüccarlar ve kaptanlar arasında belirli sözleşmeler yapılmaktadır. Bu sözleşmelerde taşınan malın cinsi, miktarı, malın kalkış ve varış limanı, taşıma ücreti(navlun) bedeli ve ödeme zamanı yer almıştır.  13. Ve 15. Yy Doğu Akdeniz’de faaliyet gösteren İtalyanlar, deniz taşımacılığında çift taraflı garanti sistemi kullanmışlardır. Tüccarlar yükleyecekleri malları belirlenen zamana kadar hazırlamamaları durumda, kaptanlar ise gemilerini belirlenen tarihte limanda hazır bulundurmamaları durumunda tazminat ödemek zorunda kalmıştır. İtalyanların 13. ve 15. Yy uyguladıkları bu sistemi Osmanlı Devleti 16. Yy uygulamaya başlamıştır[5].

 

Tablo 1: 16 Yüzyılda Kullanılan Bazı Ticari Ürünlerin Navlun Fiyatları

İSTİKAMET

MALIN TÜRÜ

MİKTARI

NAVLUN

(BİRİM BAŞINA)

NAVLUN            (TOPLAM)

Gideroz’dan İstanbul’a

Seren

-

-

26.500 Akçe

Galata

Meta

75 Kantar

12 Akçe

900 Akçe

Bozcaada’dan İstanbul’a

Bazı Kıyafetler

-

-

8000 Akçe

Sakız’dan Galata’ya

Çeşitli Eşyalar

-

-

67 Sikke Altın

Kefe’den İstanbul’a

Sade Yağ

1 Tulum

-

100 Akçe

Azak’tan İstanbul’a

Sade Yağ

2 Tulum

-

100 Akçe

Kaynak: Şerafettin Turan, Osmanlı İmparatorluğunda Deniz Taşımacılığı, 2014, s.8

 

 Tablo 2: 16. Yüzyılda Bazı Ticari Ürünlerin Detaylı Navlun Fiyatları

İSTİKAMET

MALIN TÜRÜ

MİKTARI

NAVLUN(BİRİM BAŞINA)

NAVLUN (TOPLAM)

Selanik’ten Galata’ya

Keçiboynuzu

600 Kantar

9 Akçe

5400 Akçe

Kıbrıs’tan Selanik’e

Keçiboynuzu

500 Kantar

10 Akçe

5000 Akçe

Tekfurdağı’ndan Sayda’ya

Yapağı

2000 Kantar

10/15 Akçe

-

Tkfurdağı’ndan Sayda’ya

Yapağı

450 Kantar

15 Pare

6750 Pare

Tekfurdağı’ndan Sayda’ya

Demir

500 Kantar

7,5 Pare

3750 Pare

Tekfurdağı’ndan Sayda’ya

Demir

250 Kantar

7,5 Pare

1875 Pare

Silivri’den Midilli, İzmir ve Foça’ya

Buğday

5000 Keyl

5 Akçe

25.000 Akçe

Berail’den İstanbul’a

Kara Sığır

950 Adet

4,21 Akçe

4000 Akçe

Karadeniz’den İstanbul’a

Don Yağı

30 Kantar

30 Akçe

900 Akçe

Galata’dan Girit’e

Benefşe Fıçıları

100 Adet

440 Akçe

44.000 Akçe

Atina’dan İstanbul’a

Asel

1000 Kantar

35 Akçe

35.000 Akçe

Gönye’den İstanbul’a

Buğday

762 Keyl

6,5 Akçe

4953 Akçe

Kaynak: Şerafettin Turan, Osmanlı İmparatorluğunda Deniz Taşımacılığı, 2014, s.8

 

             Osmanlıda sefer masraflarının çıkartılmasından sonra navlundan elde edilen karın gemi sahibi ve yoldaşları arasında yarı yarıya paylaşıldığı tespit edilmiştir. İskerçe ise navlunla birlikte deniz taşımacılığında kullanılan yöntemdir. İskerçe, bir geminin belli bir fiyat karşılığında tamamıyla kiralanmasına verilen isim olarak adlandırılmıştır. İskerçe yöntemi 13. yüzyılda göre 16 yüzyılda daha az kullanılmıştır. Bu durumun sebebi ise bir gemiyi bütünüyle tutmak için gerekli olan sermaye temin etmede karşılaşılan güçlükler olmuştur. Tüccarlar işkerceye oranla daha maliyetli olmasına rağmen, mallarını farklı gemilere dağıtarak riskleri azaltma imkanı sağlayan navlun yöntemini tercih etmişlerdir[6].

            18. Yüzyıl Osmanlı imparatorluğunda deniz ticaretinde de en önemli gelişmeler ve değişiklikler meydana gelmiştir.  18 yüzyılda Osmanlı devletinin yabancı devletlerle deniz ticareti aktif rol oynamıştır.

Tablo 3: XVIII. Yüzyıl Sonuna Ait İskenderiye Limanının Ticareti (Gemi Sayısı)

BANDIRA

1782- VARIŞ

1872-KALKIŞ

1785-VARIŞ

1785-KALKIŞ

FRANSIZ

37

31

113

102

ALMAN

2

1

6

4

VENEDİK

67

64

66

63

DUBROVNİK

41

39

103

108

İSVEÇ

1

1

-

-

RUS

6

6

16

16

OSMANLI

373

370

309

309

TOPLAM

527

512

613

602

Kaynak: Milli Arşiv, Paris AN.AE.B.276-277.

 

            Osmanlı İmparatorluğunun uluslararası ticaretinde batının üstünlüğünün kesinleşmesi 18. Yüzyılda meydana gelmiştir. Bu gelişmeler 18. Yüzyılda kurulan ortaklıklarla da kendini göstermiştir. Doğu Akdeniz ticareti bu dönemde geniş ölçüde uluslararası bir nitelik kazanmıştır. Batının bir yandan hammadde alımı öte yandan da işlenmiş olarak hazırlanan ürünleri güvence altına almaya çalışması ticaret yollarını, egemenliği altına alma yollarını geliştirerek bu yönde politika izlemeye yönelmiştir. Bu nedenle bir sanayi kapitalizmi, denizcilik kapitalizmi yerine geçmiştir. Aynı zamanda bu dönemde Osmanlı imparatorluğunda bunalımlar baş göstermeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak da ticarette dengeler bozulmuş, batıdaki yeni tekniklere uyum sağlayamama gibi durumlar meydana gelmiştir[7].

            1800’den önceki yıllarda Doğu Akdeniz ticaretine Avrupa gemileri hakim olmuştur. 1800’de Osmanlı devletinin mallarının çoğu ancak küçük yelkenli gemilerle taşınabiliyordu. III. Selim zamanında yapılan 1804 Kanunnamesi ile deniz ticaretinin geliştirilmesi için çeşitli tedbirler alınmıştır. Bu tedbirlerin genel olarak korumaya yönelik olduğu anlaşılmıştır. 1823 yılında çıkarılan bir nizamname ile III. Selim’in çıkarttığı kanunname daha da geliştirilmiştir[8].

            22 Mart 1839 yılında da bir kararname ile ‘’…ticaret amacıyla yaptırılan gemilerin gerektiğinde donanma hizmetinde de kullanılabilmesi için sekiz bin kileden küçük olmamaları…’’ konusunda tebliğ yayınlanmıştır[9]. Bununla beraber artan ticaret hacmi gemilerin tonajlarını artırmıştır. Osmanlı imparatorluğu da böyle bir durumda donanma ve gemi ticaretini korumak adına inşa edilen gemi tonajlarını, teşviklerle arttırmaya çalışmıştır. 1886 yılında alınan bir kararla ticari gemi yapımını teşvik etmek amacıyla otuz tondan büyük olanlardan vergi alınmamasını kararlaştırmıştır[10].

1828 yılında İngilizlerden ilk buharlı gemi alınmıştır. ‘’Sürat’’ ismi verilen gemiye halk ‘’ Buğu Gemisi’’ adını vermiştir. 1829 yılına gelindiğinde ise Osmanlı devleti bir gemi daha İngilizlerden satın almıştır[11]. İngilizlerden alınmaya başlanan bu gemiler aynı zamanda bağımlılık olgusunu da beraberinde getirmiştir. Tekneler tersanede inşa edilip, makinalar İngiltere’den satın alınmıştır. Fakat alınan bu gemiler pahalı olması nedeniyle Osmanlı ekonomisini ciddi anlamda zora sokmuştur. Aynı zamanda buharlı gemilerin Makinistleri ve çarkçıları İngiliz idi ve bu kişilerin yüksek ücret karşılığı Avrupa’dan getirtilmiştir[12]. Osmanlının denizcilik alanında teknik eleman yetersizliği ve Avrupa’daki gelişmeleri talip edememe durumu her zaman gündeme gelmiştir ve bu durum bir türlü aşılamamıştır. Osmanlı devleti bu durumu aşmak ve teknik eleman ihtiyacını gidermek için Bahriye Mektepleri açmış ancak bu mekteplerin de temel amacı askeri ihtiyaçları gidermek için olmuştur[13].

18. Yüzyılın ikinci yarısında geliştirilmeye başlanan buharlı makinaların kullanılmasıyla gemilerin yenilenmesi ve yeni yolların geliştirilmesinde etkin rol oynamıştır.  Buharlı gemiler ilk olarak yelkenli gemilerin geliştirilmiş hali olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlının bu dönemde gemilerle Avrupa’ya yapılan ticareti geliştikçe Osmanlının dışa açık olmayan kapalı ekonomisi çözülmüştür. Bu çözülmeyi sağlayan da buharlı gemiler olmuştur[14].  Yelkenli gemilere buhar makinalarının yerleştirilmesiyle başlayan süreç, 1835-1840 ‘da yapılan buharlı çarklı gemilerin yapılmaya başlamasıyla devam etmiştir. İlk olarak 1841 yılında İngiliz Novelty gemisi Liverpool’den İstanbul’a 420 ton yükle gelmiştir[15].

            Buharlı gemiler, 19. Yüzyılda Osmanlı deniz ticaretinin hem sebebi hem de sonucu olmuştur.

Tablo 4: 1879-1914 Yılları Arasında Osmanlı Devleti’nde Buharlı ve Yelkenli Gemiler

YILLAR

BUHARLI(Gros Ton)

YELKENLİ(Gros Ton)

TOPLAM(Gros Ton)

1879

18

164

182

1895

38

152

190

1898

46

179

225

1901

59

188

247

1905

63

201

264

1911

67

206

273

1914

112

202

314

Kaynak: Brockhaus, 1873.

            Birinci Dünya Savaşı öncesinde nispeten durgunluk süreci yaşanmış olsa da yabancı vapurlar dış ticarete yönelmiştir. 1800-1914 yılları arasında Osmanlı devletinin iç ticaret hacmi, dış ticaret hacminden daha yüksek seyretmiştir. Bu durumu etkileyen etmen ise yelkenli ve buharlı gemilerin kullanılması olmuştur. Bunun sonucu olarak da ticari faaliyetlerin bu yolla artmıştır[16].

 

 

SONUÇ

 

İnsanoğlunun hayatını devam ettirebilmesi için ve çeşitli arayışlar içine girmesiyle birlikte değişimlerde boy göstermeye başlamıştır. Bu arayışlar içinde de denizcilikle taşınan insanoğlu ilk zamanlarda daha çok ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla denizlerden yararlanıyordu.  Daha sonra ihtiyaçların artması, kavimlerin oluşması gibi değişimler sonucunda düşüncelere değişmeye, ihtiyaçlar artmaya başlamıştır.

Türklerin denizcilik tarihi zaferlerle dolu olsa da ticari denizcilik faaliyetleri yok denecek kadara azdır. Denizcilik alanında yapılan ticaretlerde çok fazla gelişmemiştir. Bunun sebebi de Türk milletinin Osmanlı döneminde denizciliği hizmet üreten bir alan olarak görmemesi, bu nedenle de denizciliğin ticari boyutunu bir yana bırakıp askeri boyutuyla ilgilenmesidir. 

            Ünlü denizci Barbaros Hayrettin Paşa’nın da dediği gibi ‘’ denizlere hakim olan, cihana hakim olur’’.



[1] Lütfi Gürçay, Gemici Dili, İstanbul, Deniz Basımevi, 1968, s. 306

[2] Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1995, s.153.

[3] Yücel Öztürk, Osmanlı Hakimiyetinde Kefe (1475-1600), İstanbul, s.475

[4] Osmanlı Döneminde Deniz Taşımacılığı, Osmanlı Arşivi, Başbakanlık Yayınları, Ankara, 1995, s. 49-50

[5] Şevket Pamuk, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, İstanbul, 1999, s.103-104.

[6] Gürçay, a.g.e., s.206

[7] Zeki Arıkan, XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda Ticaretin Değişmesi, Tarih İncelemeleri Dergisi III, İstanbul, 2007, s.159.

[8] Ali İhsan Gencer, Bahriye’de Yapılan Islahat Hareketleri ve Bahriye Nezaretinin Kuruluşu, Ankara, 2001, s.123

[9] Tülay Duran, Deniz Ticaretimiz, 2004, s.85

[10] Deniz Müzesi Arşivi, Şuara’yı Bahri, 1886, s.86.

[11] Gencer, a.g.e., s.192

[12] Ali İhsan Gencer, Bahriye’de Yapılan Islahat Hareketleri ve Bahriye Nezaretinin Kuruluşu, Ankara, 2001, s.191.

[13] İlhan Ekinci, Osmanlı Devleti’nde Bazı Nehir ve Göllerde Vapur İşletme Teşebbüsleri II, 1992, s.37

[14] Murat Özyüksel, Hicaz Demiryolu, İstanbul, 2000, s.1-2

[15] Tülay Duran, Deniz Ticaretimiz, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, 2004, s.85

[16] Donald Quataert, 19. Yüzyıla Genel Bir Bakış 1812-1914, İstanbul, 2004, s.952.



Read More

Post Top Ad

Your Ad Spot