Sovyet Aklı(SSCB);Bir İdeolojik Saplantı (Marksizm)
Berkan ERKEÇ
Kırıkkale Üniversitesi Tarih Bölümü
4.Sınıf Öğrencisi
1.Dünya Savaşı(Cihan Harbi) bazı imparatorlukların
sonunu getirmiştir. Bunlardan birisi de Çarlık Rusya'sıdır. Çarlık Rusya'sının
sonu diğer imparatorluklardan biraz daha farklı olmuştur. 1917 Ekim
Devrimi'nden (Gregoryen takvime göre Kasım) sonra 70 yıl kadar dünyadaki
uluslararası dengeleri etkileyecek olan önemli bir olay meydana gelmiş ve
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kurulmuştur. Bu Birlik, on beş
cumhuriyetten oluşuyordu ve dağıldığı 1991 yılında nüfusu 293 milyondu[1]. 2.
Dünya Savaşı sonrasında karşısına büyük devletleri alan SSCB iki kutuplu bir
dünyanın oluşumuna neden oldu ve bu süreç kutuplar arasında Soğuk Savaş'la
devam etti. Ancak Batı'daki gelişmelere ayak uyduramayan tarihin ilk sosyalist
devletlerinden biri olan SSCB, 1991 yılında dağıldı ve tarihin en büyük fakat
en kısa ömürlü devletlerinden birisi oldu.
Sosyalizm
ve komünizmin en önemli ilkelerinden biri de şüphesiz sınıfsız bir toplumdu.
Marks biliyoruz ki bu meyanda “kapitalist” Çarlık Rusya’yı eleştirmiş ve Çarlık
Rusya’yı “ulusların hapishanesi” diye adlandırmıştı. Çarlık Rusya’yı bu şekilde
tanımlamanın bir iftira olmadığı aşikâr görünüyor. Bittabi Marks, kendi temel
görüşleri üzerine bina ettiği şeylerin bütün sorunları halledeceğini
düşünüyordu.
Komünizm’in Fransa’daki başarısız olan
ilk denemesinden sonra ikinci büyük deneme Rusya topraklarında olmuştu ki
1917’den 1991 yılına kadar komünist ideoloji kendini “test” etme fırsatı buldu.
Ama 1917’de Bolşevikler iktidarı ele geçirdikten sonrasında eski Çarlık Rusya
topraklarının sınırlarında hiçbir şey değişmedi. Bunu şu manada anlamak lazım,
yani Bolşevikler’in bilhassa Türkler için vaat ettiği “bağımsızlık” söylemi bir
türlü olmadı. Sovyetler’in içinde yaşayan Türkler için bağımsızlık yetmiş
yıldan fazla bir süre beklendi. Amerika’nın “uzay savunma sistemi” Rusya’yı
“Perestroyka ve Glasnost” (yeniden kurulum ve şeffaflık) siyasetlerini izlemeye
itti. Neticede de sistemin artık suyunun çıkmış olduğunu anlayan Moskova
yönetimi bünyesindeki 15 devlete bağımsızlıklarını hibe etti. Çeçenistan’a
verilen bağımsızlık ise “kitabına uydurularak” geri alındı ve Rusya orada
amansız bir mücadeleye girişti. Nihayet kazandı.
Kısaca Komünist Devrim, ne uluslar
hapishanesini yıktı ne de ulusları azat etti; bilakis Çarlık dönemi izlenen
siyaset daha da baskılı ve şiddetle uygulanmaya başlandı. Böyle bir rejimin de
güç uygulayarak teorik siyasetini, pratiğe dönüştürmesinden başka da bir şey
beklenmezdi.
Sovyet dönemi ile Çarlık dönemi
arasındaki farkları ya da benzerliği görmek şu açıdan önemli: Sovyetler,
yıllarca kendinden önceki dönemde “kapitalist” ideolojinin halkları
sömürdüğünden bahsetti ve “komünizm”in aslında “kapitalizm”in karşısına çekilen
bir set olduğunu iddia etti. Sovyetler’de yapılan ilmi çalışmalar, çekilen
filmler, söylemler hep bu paralelde idi. Bu Sovyetler’in var oluş sebebi idi.
Kapitalistler ezilmiş halkları sömürüyor, biz ise “halkların kardeşliği”
düsturuyla yaşıyoruz ve burada kimse kimseyi sömürmüyor.
Kabul etmek gerekir ki, bu tarz bir
evren anlayışı Sovyet insanı tarafından birçok yönleriyle benimsenmiş hatta
özümsenmiştir. Yine ortalama bir insandan, ortalama Sovyet insanından
bahsederek konuyu şerh etmek istiyorum. Sovyet döneminde yaşamış bir insanı
yolda çevirip de bağımsızlık sonrasıyla Sovyet dönemi arasında bir mukayese
yapmasını isterseniz, size belki de hiç beklemediğiniz bir cevap verebilir.
Yani insanların Sovyet döneminden hasretle bahsettiklerine şahit olabilirsiniz.
Hatta size bunun mantıklı sebeplerini de sayabilir. İşsizlik yoktu, açlık
yoktu, güvenlik sorunu yoktu vs gibi…
Tarih bu noktada bizim önümüze bir
paradoks daha koyuyor denilebilir:yani Sovyetler döneminde Rusya kendinden
başka halkları sömürüyor muydu? Yoksa Sovyetler yüzden fazla etnisitenin bir
araya gelerek kurdukları müşterek bir yapı mıydı? Ve bu yapı yıllarca nasıl ve
hangi temeller üzerinde ayakta kalabildi, Sovyet döneminin etnojenezi neydi?
Ortalama Sovyet insanı sosyal olarak nasıl yaşıyordu?
1917–1945 Yılları ve İlk Reaksiyon
Bolşevikler iktidara gelirken
açıkçası Ruslar’la beraber Rusya’nın içindeki pek çok etnik gruptan da destek
görmüşlerdi. Hiç şüphe yok ki bunun sebebi yıllarca Çarlık Rusya’nın bayrağı
altında yaşayan, toprakları haksız yere işgale uğramış insanların artık
bağımsız olmak arzularıydı. Zaten 1917 yılından sonraki dönemde ilk defa Alaş
Orda ve Alaş Orda’nın mensuplarının Moskova’dan kurtulmak için büründükleri
kisve Türkistan Komünistleri denemelerinin varlığı bunun en bariz
göstergesiydi. Aynı zamanda bu denemelerin Moskova tarafından bertaraf edilmesi
de yeni dönemin “müjdecisi” gibiydi. Yani hiçbir şey değişmeyecek, hatta baskı
daha da artacaktı. Zaten iç savaşın ve bağımsızlık yanlısı son hamleler
Stalin’in gücü altında akamete uğrayacaktı.
Türkiler vaziyetten peyda olan
çaresizlikle bir bir Moskova’ya teslim olmak zorunda kalırlarken, Moskova yeni
rejimin muhaliflerini “Repressiya” (baskı) yöntemiyle etkisiz hale getiriyordu. 1924 yılına kadar ise “Basmacılar
Hareketi”nin varlığından ve bağımsızlık için verdikleri mücadeleden haberimiz
var. Ne kadar da olsa Ruslara karşı son ciddi ayaklanma olduğunu iddia
edebiliriz.
Lenin’in beklenmedik ölümü, ikinci
adam olarak Troçki’nin (Лев Давидович Троцкий) Stalin tarafından etkisiz hale
getirilip sürgün edilmesi ile başlayan Stalin dönemi Repressiya devri ile devam
etti. Repressiya devrinin en önemli emaresi, rejime ya da Stalin’e ya da
belirlenen yaşam standartlarına karşı gelen herkesin cinayetlerle öldürülmesi
veya sürgüne gönderilmesiydi. Repressiya döneminden sonra şüphesiz II. Dünya
Savaşı yılları ve Soğuk Savaş yılları.
Konumuz itibariyle 1945 yılına kadarki dönem önemli çünkü bu dönemde bilhassa Stalin döneminde yapılanların Sovyetler’in halklarının şekillenişinde tesiri büyük olacaktır. Stalin, şüphesiz tarihin gördüğü en katı diktatörlerden biridir. Stalin, bu “haslet”ini Sovyetler’in uluslar politikasını şekillendirirken de göstermişti. Hasan Aksakal Stalin’in bu siyasetine daha önce pek rastlanılmayan bir yorum yapıyor: “Almanya’nın özellikle 1933 sonrası kendi “yaşam alanı”içinde bulunan Germen unsurları bahane ederek ya da harekete geçirerek uluslararası politikayı belirlediği pek çok defalar dile getirilmiş bir tarihsel gerçekliktir. Nasyonal sosyalizmin asıl düşman ilan ettiği sosyalizme de bu yöntem ve söylemle giderek büyük bir tehdit oluşturmaya başlayacağı, Sovyetler Birliği yöneticilerince de biliniyordu. Nitekim ülke içinde çeşitli bölgelerde Alman azınlıklar bulunduğu gibi, kimi Sovyet Cumhuriyetler’indeki Rus olmayan muhalifler ülkeden kaçarak Paris ve Berlin’e sığınmakta ve sürgün hayatlarında Batı Avrupa’lı; özellikle de Alman devlet adamlarınca destek bulmaktaydı. Bunu aktif siyasetinin bir parçası haline getiren Hitler yönetimi, zaten paranoya düzeyi yüksek olan Moskova’nın milliyetler politikasında yeni hamlelerde bulunmasının zeminini hazırladı. Tüm otuzlu yıllar boyunca yürütülen Büyük Temizlik operasyonu ile bir zamanlar en yakın çalışma arkadaşları olan kişileri dahi ortadan kaldırmakta tereddüt etmeyen Stalin’in, Rus olmayan kitlelerin “beşinci kol faaliyetleri” karşısında yumuşak davranması beklenemezdi.”[2] Aslında bu ifadede ve genel hatlarıyla Stalin döneminde görmemiz gereken şey, Stalin uluslar siyasetini zamanın şartlarına göre belirlemişti ve nerede tehdit gördüyse, ona göre müdahil olmuştu. Stalin’in yaptığı müdahaleler Sovyetlerin etnik yapısının oluşmasında çok büyük rol oynamıştı. Bilhassa 1944 sürgünleri.
1944 yılındaki büyük sürgün,
ilginçtir, sadece Türklere ve sırf Türklerin(Kırım Tatar’ları) tehdit unsuru
oluşturduklarını ileri sürerek dahası bu insanların eli silah tutacak
kabiliyettekileri ordudayken uygulanmıştı. Amerikalı tarihçi Walter Comins
Richmond bu sürgünü şöyle tasvir ediyor: “Sovyetler Birliği’nin temel
hedeflerinden biri, milli ve etnik bağlılıkların yerine geçecek yeni bir Sovyet
kimliği oluşturmaktı. Bu hedefi gerçekleştirmek için, Sovyet Yetkili’leri,
hakları kendi topraklarından sürmek, öz dillerini kullanmalarını önlemek ve
gelenek, etnik tarih ve diğer ferdi kültür biçimleri yeni kuşaklara
aktarmalarını engellemek üzere zora dayalı ve çoğunlukla şiddet içeren
önlemlere başvurmuşlardı. Sovyetler birliğinde hemen hemen tüm azınlıklar bu
diktatörce asimilasyona maruz kalmasına karşın küçük Türk azınlıklar –Azeriler,
Balkarlar, Kırım Tatarları, Karaçaylar, Ahıska Türkleri- en zalimane muamelelere
uğrayan etnik gruplar olmuştur. Azeri’ler hariç, bu halklar tümüyle yerlerinden
edilmiş, Orta Asya ve Sibirya’daki yüzlerce çalışma kampına dağıtılmış ve etnik
ve milli kimlikleri yok etme amacı taşıyan organize ayrımcılığa maruz
bırakılmıştır.”[3]
Bu kelimeden sürgünün esas maksadını ve şeklini pekâlâ anlayabiliyoruz. Ama
sorunumuz şu; yeni bir Sovyet kimliği. Kimdir bu insan? Ne yer, ne içer? Nasıl
giyinir? Nasıl yaşar? Hangi dilde tekellüm eder?
Yaratılmak istenen Sovyet tipi
insan, kanaatimce, sabah işe giden, akşam işten gelen, bugün için yaşayan,
yarını, yarın ne olacağını düşünmeyen, kendisine verilene itiraz etmeyen, daha
fazlasını istemeyen insandır. Hayatını kendi belirlediği istikamette değil de
başkalarının istediği doğrultuda sürdürmelidir. Sadece ama sadece kendisine
denileni –ne eksik ne fazla- yapar,üstündeki insana karşı sınırsız
sorumludur.Çocuklarıyla Sovyetler’in eğitimcilerinin ilgilendiği, sorgulamayan,
siyasi bir organizasyon teşekkül ettiremeyecek kadar basiretsiz ve cesaretsiz,
insan ilişkilerinde düşük seviyeli ve güvensiz, manevi değerleri olmayan
kişidir. Rusça konuşan ve dolayısıyla Ruslaşmış, milli veya etnik benliğinin
farkında olan lakin bilincinde olmayan, beni düşünen birileri var nasılsa diyen
ve eğer ben bir şeyler yaparsam benim ipimi çekerler korkusuyla yaşamaya mahkûm
edilmiş insandır.
İlk reaksiyonlar meselesinde
ilgimizi çeken bir husus var ki bunu dillendirmenin elzem olduğu kanısındayım.
Bolşevikler iktidarı ele geçirdiğinde Türklerin bağımsızlık için hamleleri ve
1920’li yılların ortalarına kadar devam eden, ancak Repressiya dönemiyle
aşılabilmiş bir mücadele var. Türkler Çarlık Rusya’nın cephe gerisine asker
talebine karşı 1916’da ayaklanan Türkler(Karatay Tatar’ları), 1940 yılında ise
cephe ilerisinde savaşmak için koşarak gittiklerini görüyoruz. Diyebilirsiniz
ki insanlar yeni sistemle artık bütünleşmişlerdi ya da düşman müşterekti ve
eğer cephede savaşmasalardı sıra onlara da gelecekti. Fakat 1916’dan 1940’a
kadar geçen 24 yıl içtimai hayatta bazı şeylerin kökten değişebilmesi, yani
Türklerin, hükümete, Ruslara olan kininin geçmesi için çok kısa bir süre.
Kanımca bunun izahı kurulan korku imparatorluğunun vazgeçilmez aparatı “korku”
meyvesini vermişti. Stalin’in gazabından sa cephede ölmek yeğdir mantığı galip
gelmişti bu insanlar üzerinde.
İktidarı döneminde milyonlarca
kişinin açlıktan, kırımdan, cinayetlerden öldüğü Stalin gerçekten bu bakımdan
eşine az rastlanır bir diktatördü. Zaten o öldükten sonra, Kruşçov döneminde
Stalin’in mirasını inkâr ve o dönemin icraatlarının kabul edilmemesi siyaseti
izlenmişti. Ama Sovyetlerin beş devlet başkanının içinde hiç kimse Ruslara
Stalin kadar hizmet etmemişti.
Daha evvelde Tevkelev örneğiyle benzer bir yorum
yapmıştık. Gerçi Sovyetlerde başka bir halkın asabiyesinin etrafında
toplanılması da biraz abesle iştigal gibi görünüyor.
Savaştan sonrası için söylenecek bir
diğer nokta da şudur: her ne kadar Sovyetler materyalist felsefe üzerine bina
edilmişse de II. Dünya Savaşı’nın Sovyetlerde yaşayan etnisiteler arasında
manevi bir dayanışma atmosferi oluşmuştu. Stalin’in korkusuyla savaşan insanlar,
zaferin vermiş olduğu sarhoşlukla birbirlerine kenetlenmişlerdi. Eğer savaş
kaybedilseydi neler olabileceğini kestirmek elbette zor; ama eğer savaş
kaybedilseydi muhtemelen bugün Rusça konuşulan bu geniş coğrafya Almanca
konuşacaktı.
Ama Nazilerin yaptığı propagandayla
Almanların saflarına geçen Türkleri de biliyoruz. Nitekim bu insanlar da sırf
Ruslardan kurtulmak adına böyle bir işe kalkışmışlardı.[5]
Elhasıl bizi ilgilendiren kısım, Çarlık döneminde
Ruslaştırılmaya çalışılan halk, Sovyet döneminde de Ruslaştırılmaya
çalışılmıştı ve kanaatimize göre tek fark Sovyet döneminde Ortodoks olma
bilincinin aşılanmamasıydı. Eğer bu da yapılmış olsaydı zaten komünizm hikâyesi
yekten yalan olurdu.[6]
Tabi burada Kruçev'in de rolünü de es geçmemek de
fayda vardır. Kruçev'in emriyle Suslov'un başkanlığı altında Komünist
Partisinin İdeoloji Teşkilatı, Sovyetler Birliği'nde Ruslar ’la kaynaşmayı
hazırlamak amacıyla Rus olmayan halkların millî kimliklerini kaybettirme ile
ilgili kapsamlı program hazırlamıştır. Bu programda millî kimliğin
kaybedilmesini gösterecek açık bir ifadeler bulunmamakta, aksine program"
ulusların gelişmesi ve yakınlaşması " başlığını taşımaktadır. Ancak,
"gelişme " gayri Rus halklara Rus kültürünün getirilmesi,
"yakınlaşma" ise birleştirilmesi olarak algılanmaktadır. Kafkas ve
Orta Asya'ya uzman kadro niteliğinde Slav kökenliler tayın edilip
yerleştirilmiştir. Rusya'dan göç edenlerin sayısı Estonya, Letonya, Batı
Ukrayna ve Kazakistan'da yerli halkların oranına kadar çıkmıştır. Gürcistan,
Ermenistan ve Baltık Cumhuriyetleri hariç tüm Birlik Cumhuriyetler Kiril (Rus)
alfabesine geçirilmiştir. Genelde Müslüman olan ve Türkçe konuşan halkların
soyadları sonuna da zorunlu olarak Rus soyadlarında olduğu gibi erkeklere
"ov" veya "ev" ve bayanlara "ova" veya
"eva" kullanılan ekler ekletilmiştir. [7]
Rosenberg’e göre Bolşevikler, Rusya’nın toplumsal
geriliğini aşma çabasında, gerçekte Rus Çarı Büyük Petro’nun nasihatini yerine
getirmeyi bir görev olarak gördüler. Rosenberg açısından Stalin,
enternasyonalist bir perspektiften değil, Rusya’yı geri kalmışlıktan kurtarmayı
amaçlayan milliyetçi bir bakış açısından hareket etmiştir. Stalin, Rusya’nın
geri kalmışlığına karşı mücadeleyi birinci hedef olarak saptarken, aynı hedefi
gütmüş olan Rus Çarı Büyük Petro’ya gönderme yapmaktan çekinmemiştir. Örneğin
Stalin, 1928 yılında Parti Merkez Komitesi’nde yaptığı konuşmada, Rusya’nın
geri kalmışlığının ne aristokrasi ne de burjuvazi tarafından kaldırılabildiğine
dikkat çekerek şunu söylüyor: “Ülkemizin asırlık geri kalmışlığı, sadece
başarılı sosyalist inşa temelinde tasfiye edilebilir.’’[8]
Bu dönemde ’’Milliyetçilik Olgusu’’ fevkalade revaçta
olmasına karşın kabataslak söyleyecek olursak Rus Çar’ının devrilmesi ile 1848
Devrim’inin Friedrich Engels’e göre; Sosyalist bir devrim olması ,’’Sovyet
Rusya’’ terimini bize ulaştıran son derece önemli noktaların son halidir.
İşte tam bu noktada Karl Marx ve Friedrich Engels’in
Komün[9](baştan doğuş) görüşlerine uyuşan Sovyetler Birliği, Marksizm’in yoğun
etkisinde kalmakla birlikte aslında bir fikrin etkisinde kalıp, tarihin bir
dönemine damga vurmuştur. Hakkında sadece tarihi kaynaklardan ulaşabildiğimiz
bu içine kapanık yapı, bize ideolojik fikirlerin nelere mal olabileceğini son
derece aşikâr olarak göstermişti.
KAYNAKÇA
Vefa
Kurban ,"Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Tarihi’’
Aksakal Hasan, “Stalin ve İkinci Dünya
Savaşı Bağlamında Milliyetler Politikası”, Karadeniz Araştırmaları, Cilt: 6, Sayı: 21, Bahar 2009, s. 26
Richmond Walter Comins, çev. Erhan
Yükselci, “Sovyetlerin Türk Halklarını Sürgün Etmesi”, Türkler, Yeni Türkiye
Yayınları, cilt. 18, ANKARA 2002, s. 873
Karabulut Ferhat, “İktidar ve
Meşrulaştırma Mücadelesinin Odağı Orta Asya: Sovyetlerin Dil ve Eğitim
Politikaları”, Bilig Dergisi,2009 Yaz, sayı 50, s. 68
Mühlen Patrik von zor, çev. Eşref
Bengi Özbilen, “Gamalı Haç ile Kızıl Yıldız Arasında”, Mavi Yayınları, ANKARA
1984, s. 168-170
Lev Nikolayeviç Gümilyev, çev. Ahsen
Batur, ‘’Etnogenez Halkların Şekillenişi Yükselişi ve Düşüşleri’’, Selenge
Yayınları,İSTANBUL 2003,s 523
Karl Marx,Friedrich Engels, ’’Komünist
Manifesto’’
Arthur
Roserberg, ‘’Bolşevizm Tarihi’’
[1] Vefa
Kurban ,‘’Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Tarihi’’
[2]Aksakal
Hasan, “Stalin ve İkinci Dünya Savaşı Bağlamında Milliyetler Politikası”, Karadeniz Araştırmaları, Cilt: 6,
Sayı: 21, Bahar 2009, s. 26
[3]Richmond
Walter Comins, çev. Erhan Yükselci, “Sovyetlerin Türk Halklarını Sürgün
Etmesi”, Türkler, Yeni Türkiye Yayınları, cilt. 18, Ankara 2002, s. 873
[4]Karabulut
Ferhat, “İktidar ve Meşrulaştırma Mücadelesinin Odağı Orta Asya: Sovyetlerin
Dil ve Eğitim Politikaları”, Bilig Dergisi,2009 Yaz, sayı 50, s. 68
[5]Mühlen
Patrik von zor, çev. Eşref Bengi Özbilen, “Gamalı Haç ile Kızıl Yıldız
Arasında”, Mavi Yayınları, Ankara 1984, s. 168-170
[6] Lev
Nikolayeviç Gümilyev, çev. Ahsen Batur, ‘’Etnogenez Halkların Şekillenişi
Yükselişi ve Düşüşleri’’, Selenge Yayınları,İstanbul 2003,s 523
[7] Emil
Şadıyanov, Sovyetler Birliğini Dağılma Sürecinde Etkili Olan Bölge ve Sorunları
ve Milliyetçilik Hareketleri
[8] Arthur
Roserberg, ‘’Bolşevizm Tarihi’’
[9] Karl
Marx,Friedrich Engels, ‘’Komünist Manifesto’’
ELİNİZE SAĞLIK ÇOK GÜZEL BİR ÇALIŞMA
YanıtlaSilDeğisik bir bakış açısı.
YanıtlaSilMaşallah çok ilginç konulara temas etmiş genç kardeşimiz
YanıtlaSil