Milli Mücadele Dönemi Türk-Fransız İlişkileri
Prof.Dr. Hacı Ömer Budak
Prof. Dr. Hacı Ömer BUDAK
Kırıkkale Üniversitesi Tarih Bölüm Başkanı
Milli Mücadele Dönemi Türk-Fransız İlişkileri
30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi, sadece
I. Dünya Savan bitiren bir ateşkes antlaşması olarak kalmam, aynı zamanda da
Osmanlı Devleti’ni fiili olarak tarih sahnesinden silmiştir. Zira bu mütareke,
"Şark Meselesi"nin halli ve Osmanlı Devletinin ölümü anlamına “Sevr
Barış Antlaması”nın (10 Ağustos 1920) temelini teşkil etmekte olup[1] ; bu
ateşkesle Devlet-i Aliyye’nin bütün hâkimiyet haklar ve göstergeleri elinden
alınmış ve İtilaf Devletleri, anlama maddelerinin hükümlerine dayanarak Osmanlı
topraklarının işgal etmişlerdir.[2]
Kasım aynın hemen ilk günlerinden itibaren başlayan
işgallerin varacağı netice, 13 Kasım tarihine gelindiğinde belli olmuştur.
İstanbul hükümeti matbuat yoluyla “Şerefli bir ateşkes”(!) imzalandığı
yönündeki telkinlerle kamuoyunu oyalarken, bu tarihte yani 13 Kasım’da İstanbul
İtilaf Devletleri tarafından fiilen işgal edilmiş ve böylece Türk milletini
içerisine düştüğü felaketten kurtarması beklenecek tek meşru otorite olan Osmanlı
Saltanat, işgal kuvvetlerinin eline geçmiştir. Bu işgale karşı çıkma dirayetini
gösteremediği gibi, Türk milletini bekleyen felakete adeta razı bir tavır
sergileyen Padişah’ tan ümit kesilince de, artık “Türk milleti kendi
istiklalini kurtarmak için gereken azmi gösterme ve karar verme yükümlülüğünü
kendi eline almıştır.” Hemen her yerde gayr-i Türk ve gayr-i Müslim
azınlıkların müthiş sevinç gösterileriyle karşılanan işgal kuvvetleri ise, bu
coğrafyada ki Türk hâkimiyetini sona erdirmeye kararlı olduklarını açıkça
göstermekte; İstanbul'a gelen işgal kuvvetleri kumandan Fransz Franchet
d'Espeley, yerli Rumların hediyesi olan beyaz at ile İstanbul'u gezerken hem
Fatih'e nazire yapmakta hem de bu düşünceyi en belirgin şekilde
sergilemektedir.[3]
Ancak "felaketin coşkun bir nehir gibi Türkiye'nin
üzerine aktığı" bu ortamda, işgalcilerin hesaba katmadığı bir gerçek
vardır. Bu gerçek; Yıldırım Ordular Kumandanlığı görevinin bitmesi üzerine 13
Kasım'da, yani işgal günü olan o "Kara Gün"de [4]
İstanbul'a gelen Mustafa Kemal'in, bu manzara karşısında haykırdı;
"Geldikleri gibi giderler." inancı; yine aynı manzaraya karşı Kazım
Karabekir’in dile getirdiği; "Tek dağ başı mezar oluncaya kadar
uğraşılmalı." kararlılığı[5] ve
Süleyman Nazif'in destanlaştırdığı; "Dedem koynunda yattıkça benimsin ey
güzel toprak / Neler yapmış bu millet en yakın tarihine dön bir bak."
gerçeğidir. Nitekim Türk milletinin göğsünde ve yumruklarında sıkılan millî kin
ve nefret günden güne büyümekte, yorgunluk ve bıkkınlık içerisinde harap ve bitap
düşmüş gözleri Türk milletini bir defa daha böylesine dar bir geçitten
geçirecek büyük önderini beklemektedir[6].
Bu arada ilk işgallerin hemen ardından Türk milletinin
tepkisini gösteren Müdafaa-i Hukuk hareketleri görülmüştür. Ancak bunlar ilk
başlarda kitlesel bir hareket ölçüsüne kavuşamamış, bütün milleti ayağa
kaldıramamıştır. Nihayet 15 Mayıs tarihli İzmir işgali, millî öfkenin önünde
durulmaz bir sel gibi patladığı hadise olmuştur. Bu son işgalden sonra, millet
aradığı büyük kurtarıcıyı daha büyük bir heyecanla beklemeye başlamıştır. Gerçi
bazıları M. Kemal'in "bütün yenikler içerisinde tek muzaffer
kumandan" sıfatıyla prestijini ve karizmasını kullanarak bu görevi
üstleneceğini sezmekte ve bilmektedir ama henüz İzmir kıvılcımın büyük bir ateş
haline getirecek bir hareketi olmamıştır. Nihayet 19 Mayıs' ta Samsun'a çıktı
ve ardından 22 Haziran'da Amasya Tamimi ile Kurtuluş Savaşını başlattığı
haberi, bütün memleket sevdalılarının O’nunla aynı yola ve O’nun arkasına
sürüklemiştir. Beklenen lider gelmiş ve Türk milletini bu dar geçitten geçirmek
için mücadeleye başlamıştır.
Türk Millî Mücadelesi, 1920 tarihinde Yunanlı yazar
Moskopulos’un “Bu yağmacı ve katiller milletinin Avrupa’da oturmaya hakkı
yoktur. Cedlerinin yağmadıkları yere gitsinler” sözleriyle beliren; “Türkler
defolup Asya’ya gitmelidirler. Yeni ve eski Türk idaresi bir kan ve ahlaksızlık
idaresidir. Avrupa ve İstanbul bunlardan temizlenmelidir.” amacıyla Türkiye’ye
yönelen bir saldırıyı hezimete uğratmıştır. Atatürk’ün ifadesiyle “Felaketin
coşkun bir nehir gibi Türkiye’nin üzerine aktığı” bir ortamda “Şark Meselesinin
Halli” senaryosunu, o senaryoyu hazırlayanların bana çalışmıştır. Zira bu
mücadelenin felsefesi; her türlü hürriyet ve hakkı müdafaa, şeref ve haysiyeti
müdafaadır.
Türk Milletinin, yukarda kısaca özetlediğimiz milli
mücadelesini verdiği devletlerden birisi de Fransa’dır. Çalışmamızda Osmanlı
Devletinin son dönem dış politikası Türk Fransız ilişkilerinin genel seyri,
Fransa’nın Türkiye üzerindeki çıkarlar hesaplar ve Milli Mücadele dönemi
Türk-Fransız ilişkileri ele alınacaktır.
TÜRK FRANSIZ İLİŞKİLERİNİN TARİHİ SEYRİ
Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savanda ve daha sonrada
Milli Mücadele sırasında mücadele ettiği devletlerden biri de Fransa’dır. Bu
devlet ile bilinen ilk diplomatik ve ekonomik ilişkiler 1536 yılında Kanuni
Sultan Süleyman ve I. François arasında başlamıştır. Kanuni, Fransız kral
düşman Cherles-Quint’in elinden kurtarmış ve Fransa’ya kapitülasyon denen
ekonomik, hukuki, kültürel ayrıcalıklar tanımıştır. Fransa bu ilişkilerden her
zaman büyük yararlar sağlamakla beraber, sonraki yıllarda, bazen barışçı
yollarla, bazen de batılı devletlerle birleşerek ve savaşa başvurarak Osmanlı
devletinden daha fazla siyasi, ekonomik ve kültürel çıkarlar sağlama şeklinde
sinsi ya da açıktan açığa bir politika izlemiştir.
Kanuni’nin başlattığı ve zamanla gelişen Fransa’ya
“ihsanlarda bulunma” eklindeki Türk politikasından Fransa her zaman çok
kazançlı çıkmıştır[7].
İmzalandığı günlerde bu anlama ekonomik hususiyeti yanında, ayrıca siyasi bir
karaktere de sahipti. Kanuni Sultan Süleyman’ın yüksek diplomatik gayelerle
yaptığı ali-cenabane hareket, Fransa’nın olduğu kadar Osmanlı’nın da
menfaatineydi. Bu anlama ile Fransa’ya tanınan imtiyazlar, Fransa’yı diğer
Avrupa devletlerinden üstün mevkie yükseltip I. François’i Alman Kral Şarlken’e
karşı kalkındırma amacı taşıyordu.
Osmanlı-Fransız ilişkileri yakınçağ başlarında Campo Formio
Bar Anlamaşı (17 Ekim 1797) ile başlamış, Fransa ile Osmanlı Devleti sınır
komşusu olmuş böylelikle Fransa ilerdeki bir bölünmeye aktif olarak
katılabilecek konuma ulaşmıştır[8].
Avusturya ile Fransa arasında yapılan bu anlaşmayla Venedik Cumhuriyeti
toprakları paylaşılmış, Fransa anlaşmanın 5. Maddesi uyarınca Yunan adalarıyla
Arnavutluk ve Yunanistan’ın bitişik kıyılarındaki eski Venedik topraklarını
ilhak etmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun geleneksel müttefiki Fransa onun
komşusu olmuştur. Eski dostlukta bu darbeyi kaldıramazdı; çok geçmeden Mora dan
endişeli raporlar gelmeye başladı.[9]
Fransa’nın teminatları Osmanlı Devleti’ni yatıştırmaya
yetmedi ve yeni Rus elçisi General Tamara devrimci Fransa’nın tehlikelerine
karşı selefinin ikazlarını tekrarladığı zaman ona daha fazla kulak verildi.
Ancak bu zamana kadar geçen sürede Osmanlı Devleti III. Selim döneminin hemen
başlarında başlattığı denge siyaseti ile uluslararası platformda Devlet-i
Aliye’yi yalnız bırakmamak politikasının ilk örneklerini 11 Temmuz 1789’da
İsveç ile 30 Ocak 1790’da Prusya ile anlaşmalar imzalayarak göstermiştir.[10] Şimdi
ise aslında Kanuni Sultan Süleyman’dan beri dostu ve müttefiki olan Fransa’nın
yeni rejimini tanımak ve elçisini resmen İstanbul’da göreve başlatmak
niyetindeydi. Ancak III. Selim yine denge politikasıyla hareket ediyordu. Yeni
Fransız Devleti’ni tanımakla diğer büyük Avrupa Devletleri’ni gücendirmek
istemiyordu. Nitekim Prusya’nın Fransa’yı tanıması Osmanlıya bu fırsatı tandı.[11]
Bütün bu olumlu gibi gözüken gelişmelere rağmen Fransa
aslında Akdeniz’de ve baharat ticaret yollar üzerinde etkili olmak istiyor ve
bu durumu gerçekleştirmek amacıyla planlar yapıyordu. Nitekim Napolyon 16
Ağustos 1797’de direktuvar hükümetine gönderdiği bir mektup da Osmanlı
İmparatorluğunun topraklar için beslediği düşünceleri öyle açıklıyordu;
“...Korfu, Zanta ve Kefalonya adalar bizim için bütün İtalya’dan daha
önemlidir. Eğer tercih mecburiyetinde olsaydık bütün İtalya’yı imparatora
(Avusturya’ya) terk edip ticaretimiz ve zenginliğimiz için basamak olacak bu
dört adayı korumak zannedersem daha iyi olacaktı. Türklerin İmparatorluğu gün
geçtikçe yıkılıyor. Bu adalara sahip olmak bizim imkan nispetinde Türkiye’yi
takviye edebilmek veya bu olmazsa ondan payımız alabilmek mevkiine koyacaktır.
İngiltere’yi tam anlamıyla ezmek için Mısır’ı zapt etmek lüzumunu duyacağımız
zaman uzak değildir. Her gün zayıflayan geniş Osmanlı İmparatorluğunun durumu
bizi biran önce yakın doğu ticaretimizi koruma tedbirlerini almak mecburiyetine
zorlamaktadır.”[12]
İşte bu düşünceler içerisinde yer alan Napolyon tüm Avrupa’yı
idare edebilecek bir Fransa yaratmak gayesi ile İngiltere’yi yenmek bunun
içinde önce onun denizlerdeki üstünlüğüne son vermek amacıyla Mısır’ı ele
geçirip bundan sonra İngiltere’yi can damar olan Hindistan’dan koparabilmek
konusundaki bir teklifini direktuar idaresine verdi.[13] Bu
teklifin kabul edilmesi üzerine Napolyon 19 Mayıs 1793 de Toulon’dan ayrılıp Mısır’a
doğru yola çıktı. Ve bir süre sonra Mısır, Fransa tarafından istila edildi.
Bu durumda devlet adamlarının bir kısmı Fransa’ya derhal
savaş açılmasını öne sürdüler. III. Selim ise bu görüşte değildi. Düşmana bir şey
yapmayacak olduktan sonra harp açmak neye yarayacaktı. Padişah “Tedarikat-
seferiyede gayet acele olunup, ilan-ı harp hususunda teenni ve bataati bine bir
miktar vakit tedarik eylemek iktiza eyler zannederim.”[14] Diyerek
aceleci davranılmasını önlemiştir. Diğer taraftan da liman şehirlerine
gönderilen fermanlarla İngiliz tüccarlarına ve gemilerinin rahatlıkla limanlara
yaklaşmalarına izin verilmesi istenmiştir.
Osmanlı Devleti işgal karşısında yine Avrupa dengelerinden
yararlanmayı tek çare olarak düşündü. Önce 23 Kasım 1798’de Rusya ile yapılan
anlamadan sonra, 5 Ocak 1799’da İngiltere elçisi Spencer Smith ile
Reisü’l-küttab Atıf Bey arasında[15]
maddeden ibaret bir anlama imzalandı.
Osmanlı-İngiliz anlaması, Osmanlı siyasetinde ve Avrupa politikasında
önemli bir yere sahipti. Cebeli-Tarık’tan sonra Malta’yı alan ve Hindistan’ın
emniyeti için Mısır’la yakından alakadar olan İngiltere’nin Osmanlı sularında
Fransız ticaretini mahvederek onun yerine geçmek istemesi Osmanlı topraklarının
bütünlüğü yolundaki politikasının başladığını gösterir.[16]
İngiltere’nin bu anlamadan sonra Osmanlıların uluslararası ilişkilerinde üstün
rol oynayacak bir denge unsuru olacaktır. Nihayet Osmanlı Devleti Fransa’ya
karşı 21 Ocak 1799’da Sicilya Krallığı ile de bir anlaşma imzalayarak dörtlü
bir grup oluşturmuş oldu.
İhtilalin hemen sonrasında yaşanan ve tarihi Osmanlı Fransız
dostluğunu bozan bu hadise, III. Selim ile uygulanmaya başlanan denge
politikasının ilk zaferi olarak sonuçlandı. Dengeleri lehine çevirmeyi başaran
padişah Mısır’ın tekrar Osmanlı hâkimiyetine alınmasını sağladı. Aynı zamanda
yine denge politikası gereği Avrupa’da düşman bırakmak istemeyen padişah hemen
Fransa’yla olan kötü durumu düzeltmek girişimlerinde bulundu. Zira bu sıralarda
İngiliz ve Rus ihtiraslar Osmanlı için tehlikeli boyutlara ulamaya başlamıştı.
FRANSA'NIN TÜRKİYE ÜZERİNDEKİ MENFAATLER
19. Yüzyıl sonlarında Avrupa’da sanayileşme sağlandıktan
sonra, gerek hammadde gerek ucuz işçilik ve gerekse pazar olarak girilmemiş
bölgelere ve zengin endüstriyel kaynaklara sahip Osmanlı topraklarına
yönelmişlerdi. Ekonomik pazarların paylaşılmasındaki rekabet açısından da,
Osmanlı topraklar sanayileşmiş Avrupalı devletlerin ilgisini çekmekte ve
buralara girebilmek için birbirleriyle yarışmalarına sebep olmaktaydı.
Osmanlı topraklar üzerinde geniş çıkarlar bulunan Fransa müttefiklerimizden daha geri saflarda kalamazdı. Ancak 1914 yılında patlak veren Birinci Dünya Savaşı nedeniyle dokuma endüstrisi dalında da etkilenmiş ve sarsılmıştır. Bu nedenle Fransa pamuk ihtiyacını karşıladığı ülkelerdeki maliyet artışlarından dolay emeğin daha ucuz olduğu yörelerde ve özellikle sömürgelerinde üretimini canlandırmaya çalışıyordu. Gerçi Osmanlı Fransa’nın sömürgesi olmamakla birlikte, kapitülasyonlarla tanınan imtiyazlardan dolayı zaman içerisinde ekonomik yönden sömürge durumuna düşünülmüştü. Osmanlı topraklarının verimli bir kısmını tekil eden Çukurova Fransızların bütün dikkatlerini bu bölge üzerine çekiyordu. Çünkü Çukurova Fransa’nın ihtiyaç duydu
u pamuk ihtiyacını karşılayacak durumdaydı. Kuzey Fransalı iş
adamlar ve tüccarlar, bölgelerindeki dokuma fabrikalarının ürünleri için
Türkiye’nin geniş bir pazar olabileceği görünüşündeydiler.[17]
Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı sırasında
kapitülasyonlar kaldırmış, fakat Almanlarla aynı saflarda yer alan Osmanlı
yenilince, onlar daha ağır şartlarla yeniden kabul etmek tehlikesi ile karşı
karşıya kalmıştı. Ancak Anadolu da yeni bir direnişe geçen Türklerde
kapitülasyonlar kaldıracaklarım söylüyorlardı. Bu Fransızlar Anadolu Savaşının
sonucuna endişeyle bir ilgi duymaya itiyordu.[18] Çünkü
her Osmanlı Sultan değiştikçe imzalanan yeni anlaşmalarla Fransa’ya daha fazla
imtiyazlar verilmiş 1914 yılına gelinceye kadar bozulan Osmanlı iktisadisinin
sonucu olarak, devletin dış borçlar üç buçuk milyar Frank’a ulaşmıştır. Bu
durum Türkiye’yi her yıl bütçesinin üçte birini dış borç faizlerine ayırmak
zorunda bırakmıştır. Türkiye’nin borçlu olduğu devletlerarasında yüzde altmış
pay ile Fransa ilk sıraya alıyordu. Fransa bu alacaklarına karşılık olarak
Güney vilayetlerimizin işgalini bir sebep olarak göstermeye çalışıyordu.[19]
Müttefiklerin Türkiye’de savunulması önem taşıyan çıkarlar
vardır. Bunlar: bankalar, demiryolları, maden yatakları, ormanlar, limanlar,
belediye kamu hizmetleri, gümrükler, ekonomik ve endüstriyel bütün altyapıyı
oluşturuyordu ve yüksek Avrupa maliyesinin elinde bulunuyordu. Kapitülasyonlar
sayesinde yabancılar (müttefikler, Avrupalılar) bundan başka adli ve mali
önemli imtiyazlardan da yararlanıyorlardı. İttifakın temsilcileri için,
sonradan kazanalım bütün bu kolaylıklar ucuz bir fiyata elden çıkarmak söz
konusu olamazdı. Fakat Ankara Hükümeti’ne gelince, o bundan sonra ne verilen
imtiyazlar ne de kolaylıkların sözünün bile edilmesini istemiyordu ve batı
emperyalizminin boyunduruğundan kurtulmaya kesin olarak kararlıydı.[20]
Fransa’nın Türkiye’deki mali, ekonomik çıkarları daha ziyade
devlet adamlarının ve kapitalistleri ve tüccarlar ilgilendirmesine karşılık,
sokaktaki Fransız’ın gururunu en çok okşayan, ülkesinin doğudaki “asırlık
prestiji “ ve “kültürel nüfuzu” idi.[21]
Fransa, Amerika Birleşik Devletleri’nin ve doğudaki diğer
rakiplerinin (Büyük Britanya, Almanya, İtalya ve hepsinden farklı bir yönetimi
olan Sovyet Cumhuriyeti) karşısında, Fransa kendisinin etkisiz kalmasına
müsaade edemezdi. Türkiye’de koruyacak çok önemli çıkarlar vardı. Özellikle
büyük savaştan (Birinci Dünya Savaşı) önce bu ülke (Türkiye) de yapılmış olan
çok sayda yatırımlar vardı. Şu yada bu şekilde bu çıkarlarını korumayı denemek zorunda
olduğunu düşünüyordu.
Bu kaygılardan çok sonra, Fransa ve Britanya hükümeti,
Fransız mali ve ekonomik çevreleri, orada çıkar sağlayabilirler umuduyla
Kemalistlerle bir yakınlaşma stratejisinde karar kıldılar.
Bu rakipler arasında, ilk sırada yakın doğuda, Fransa’ya
rakip olan Büyük Britanya’nın belirtilmesi gerekir. O daha önce Musul
petrollerine sağlamca el atmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda Arapların yaşadığı
bölgelerden büyük bir kısmını kendine mal etmiştir. Şurası hiç şüphe götürmez
ki İngiltere yine demiryollarına, taşımacılığa, tarımsal zenginliklerine ve
Anadolu’daki madenlere göz koymaktadır. Yazarın da eserinde belirttiği gibi
İngiltere ve Fransa Osmanlı topraklarını paylarlarken bir yandan da
birbirlerini engellemeye çalmaktadırlar. Ayrıca Fransızların, İngilizlerin
ellerine geçmesinden korktukları çakarları kendilerine ait bir kayıp gibi
değerlendiriyorlardı.[22]
1914’te birlemiş borçlar ve diğer ikrazat toplam olan dört
milyar franka yakın borcun alacaklılar arasında, Fransa %60 bir pay ile ilk başta
idi. Bu alacaklılardan Almanya’nın %26, İngiltere’nin ise alacak oran % 14
kadardı. Ayrıca, yabancı özel teşebbüslerce Türkiye’de yapılan yatımlar içinde Fransa’nın
pay 830 Milyon Frankla % 50’yi buluyordu. (Almanların % 35, İngilizler’in ise %
14 tür.
Fransızlar Anadolu Savaşı sarsanda Anadolu’daki yatımların
kaybolmasına asla razı olamıyorlardı.[23]
Fransa’nın ekonominin can simidi olan petrol ile ilgilenmeleri 1917 yılında
Fransa da baş gösteren petrol krizi ile başlamış ve Fransız devlet adamlar,
1918 yılının Kasım ayında Deutsche Bank’ın Turkish Company’daki % 25 hissesini
devralmak üzere girişimde bulunmuşlardı.[24] Bu
girişimlerin akabinde, Aralık 1918’de Lloyd George, Clemanceau ile görüşmüştü.
Bu görüşme tarihi bir safha oluşturmuştur.
Bir tarafta petrolleri ile Musul, diğer tarafta Çukurova,
İskenderun, Antep, Maraş, Urfa ve Bağdat demiryolu; İskenderun-Musul
petrollerinin akacağı İskenderun’a boru hattı döşenip petrol akıtılması
öngörülüyor. İngilizler petrolü Filistin’e akıtmak için bu hattı Hayfa’ya doğru
yapmak istiyorlar; bu hattın çok pahalıya mal olacağını düşünen Clemanceau
Çukurova ve Güney illerimizi tercih ediyor, Musul’u İngilizlere bırakıyordu.
Ancak çok sonralar bir İngiliz oyununa geldiklerini anlıyorlardı.
Clemanceau, Musul’un İngilizlere verilmesi karlılığında elde
ettiğine inandığı Çukurova ve Mezopotamya’ya doğru uzanan Güneydoğu illerimizin
bir tarım bölgesi olduğunu ve Çukurova’nın en verimli yer olduğunu da
biliyordu. Ayrıca en başta ihtiyaçlar olan ve temininde güçlük çekimi oldukları
pamuk Çukurova’nın en gözde ürünüydü. Pamukla birlikte üzüm, zeytin,
turunçgiller ve tahıl da bu bölgenin balca ürünleri arasında yer almaktaydı.
Ayrıca bu bölge de günün artlarına göre ticaret oldukça
gelişimi durumda idi. Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’dan başka birçok
yerlerinde fabrikalar yokken bu bölgede fabrika ve atölyeler kurulmuştu. Ayrıca
bölgede Mersin ve İskenderun gibi iki önemli iskele (Liman ) vardı. Mersin
iskelesi Konya, Adana, Niğde Kayseri ve Orta Anadolu’nun diğer bazı
bölgelerinin de ticaret iskelesi durumunda olduğundan çok zengin bir
hinterlanda sahipti. İskenderun İskelesi de, Antakya, Halep, Gaziantep, Mara ve
Urfa gibi yakın bölgelerden başka Güneydoğu Anadolu’nun ve hatta Irak ve
İran’ın iskelesi durumundaydı. Ve halkın yaşama seviyesi diğer bölgelere
nazaran yüksekti.[25]
Fransa, Çukurova’ya sahip olmakla ilk anda yukarda
belirtilen ve aşağıda belirleyeceğimiz ekonomik çıkarlar ele geçirebilirdi.
Bununla beraber Seyhan ve Ceyhan nehirlerinin meydana getirdiği delta Orta doğunun
en verimli ovasını teşkil ediyordu. Ayrıca yukarıda saydığımız ürünlere
ilaveten Çukurova şekerkamışı ve Krom madenleriyle de ünlüdür. Ve bu topraklar
yılda bir kaç mahsul vermektedir.[26] Böylece
anlaşılacağı gibi Fransa’nın konuya iktisadi açıdan yaklaştığı aşikardır.
Fransa bu bölgeye sahip olmakla Pamuk hammaddesi açısından muhtaç bulunduğu ABD
ve İngiltere’ye bağımlılıktan kurtulmayı düşünüyordu.[27]
İngilizlerle Fransızlar, 16 Mayıs 1916’da Leningrat’ta
yaptıkları Syks-Picot anlaşması ile Irak, Çukurova, Güneydoğu bölgemiz, Suriye
ve Filistin’i aralarında bölüşmüşlerdi. Bu suretle Irak ve Filistin,
İngilizlere bırakıldığı takdirde, Fransızlar Ergani bakırlarına, Çukurova’nın
pamuğuna ve ölçüsüz imkânlara sahip Iran ülkesinin en yakın ve en elverişli
ihraç merkezi olan İskenderun limanına sahip oluyorlardı. Fakat Birinci Dünya
Harbinden sonra İngilizler, Antep, Maraş ve Urfa’yı işgal ederek Musul
petrollerinin İngilizlere bırakılması halinde buralar boşaltacaklarını ileri
sürdüler ve bu suretle, Fransızların Musul’dan vazgeçmeleri şartı ile Urfa,
Maraş ve Antep bölgelerini Fransızlara terk ettiler.[28]
İngilizlerle yapılan anlaşmaya göre Fransızlar Çukurova’nın
verimli toprakların ellerine geçirmişler ve aynı zamanda Suriye’yi uzun süre
ellerinde tutabilmeleri için Orta Toros geçitlerine hâkim olmuşlardır. Bu
hususta Fransız yetkilileri söz konusu bölgelerimiz için şunlar söylemilerdir.
Çukurova’nın ve Güneydoğu’nun Fransızlar tarafından işgali, stratejik ve
ekonomik sebeplerle Suriye’nin tarihi müdafaasını teşkil eden Toros geçitlerini
ele geçirmeyi istilzam etmektedir... Suriye’de kurulacak Fransız hakimiyetinin
devamını sağlamak için Toros tünellerim ele geçirmek aynı zamanda Çukurova’ya
hâkim olmak demektir. Burada, göz önünde bulundurulan stratejik önemi yanında
Çukurova’daki çıkarlar için bu bölge üzerinde hassasiyetle durmakta idiler.[29]
Bu doğal zenginliklerin yan sıra; Çukurova Bat Asya’nın
siyasi iktisadi ve stratejik en önemli bir noktasını meydana getirmekteydi. Bu
zihniyetle hareket eden İngiltere ve Fransa önce birlikte Çukurova’yı istila
etmişler, daha sonra ise bölgenin denetimi tamamen Fransa’ya bırakılmıştı. Bu
doğrultuda hareket eden Fransa sömürgeci ve emperyalist politikalar gereği,
Çukurova’daki pamuk üretimi ve Toros dağlar ile Musul arasındaki demir-yoluna
tek başına hâkim olmak üzere Toroslar dan aşarak Pozantı’ya ulaşmışlardı.[30]
Bu sırada İzmir’in Yunanlılarca işgalinin Fransız kamuoyuna
ilk hatrlattığı şey, Türkiye’deki Fransız çıkarlarının geleceği idi. Le Journal
gazetesi “Hasta adamın can çekişmesi, Halifeliğin geleceği gibi büyük bir
problem ortaya çıkması ve Doğuda Fransız etkisinin sonunun geldiğini bildirmesi
bizi pek ilgilendirmez” derken, Le Petit Marseillais gazetesi, “Mademki Türkiye
paylaşılıyor Ziyafete geç kalanlardan olmayalım diyordu. “Lyon Re-publicain”
göre de, Osmanlı İmparatorluğunun korunması Fransa’nın çıkarlarına daha uygun
düşerdi. Zira, Almanya’nın sahneden çekilmesiyle Fransa Doğuda daha da güç
kazanan bir yere sahipti... Fakat her şeye rağmen imparatorluk parçalanırsa
Fransa’nın bütün Suriye’yi alması uygun olur. Le Temps gazetesi de, işgalden üç
ay sonra şunları yazmıştır. “Osmanlı İmparatorluğu ne şekilde paylaşılırsa
paylaşılsın, hiç bir paylama Fransızlara, bu devletin korunmasının sağlayacağı
avantajlara eşit avantajlar sağlayamayacaktır.[31]
Suriye deki ipek üreticileri ile Lyon ve Marsilyalı alıcılar
arasında ki ticaret eskiden beri, Fransa ile yakın doğu arasındaki ilişkilerde
etkisini göstermiştir. Savaştan sonra, güneyliler, Doğu Akdeniz ülkelerinde
ipek börekçiliğinin geliştirilmesini istiyorlardı. Fakat Korsikalılar Doğu’dan
ham ipek ithaline karşı idiler ve ileme gibi üretiminde Fransa’ya ait yerlerde yapılamasını
istemekteydiler.[32] Yani
Çukurova, Güney Doğu illerimiz ve Suriye’nin Osmanlıdan, (Türklerden) alınmasından
yanaydılar.
Beyrut’taki Fransız yüksek komiserliği mensuplarından Ziraat
Mühendisi Achort, 1919 Eylülünde Çukurova’yı dolaşmış ve bir rapor
hazırlamıştı. Bu raporda, Marsilya’ya çok uzak olmayan Çukurova ve Güneydoğunun
Fransa’nın tarım ihtiyaçlarıyla birlikte bütün pamuk ihtiyacının
karşılayabileceği, bu sebeple Çukurova ile Kuzey Suriye’yi Fransa’nın elinde
bulundurmasının gerekli olduğunu belirtiyordu.[33] Bunun dışında,
Fransa’nın Çukurova’dan tahsil edeceği yüz milyonlar bulacak olan vergilerle
bütçesini destekleyebilirdi. Ayrıca narenciyenin burada bol miktarda yetiştirilmesi
de düşünülmesi gereken başka bir konudur.[34]
Türkiye, Fransa’da ve diğer ülkelerde bu bakımdan ideal bir
ülke olarak görülüyordu.[35]
Çukurova ekonomik zenginliklerinden dolay Fransızlar büyülemiş olması ve
Fransızlarca Suriye’nin devamı sayılması münasebetiyle, Suriye’de kurdukları
Manda idaresine dâhil etmek istedikleri bölgelerin başında geliyordu.[36]
Fransa Kamuoyunun hayal, kırıklığına uğramasının nedeni açıktır:
Eskiden Osmanlı İmparatorluğunun her tarafında maddi ve manevi çıkarlar bulunan
Fransa, bundan böyle ancak kendisine tanınan nüfuz bölgesine kapanıp kalacaktır.
Böylece, daha 1918 sonlarından itibaren Türkiye’nin bir “Fransız pastası” olduğu
ve pastanın parçalanmasına Fransa’nın katılmasının akıl karı olmayacağını
savunan bazı Türk-severlerin tezi nihayet 1920 ortalarında kamuoyunca
benimseniyordu.[37]
Yalnız, Fransızların Osmanlı Devleti’nin karsında yer
almaları, çıkarları gereği uzun sürmemişti. Çünkü tarih boyunca Türk-Fransız
ilişkileri en ileri seviyede olmuştu. Özellikle Fransa, bu ilişkileri sayesinde
Osmanlı Devleti’nden pek çok faydalar sağlamıştı.[38] Fransa
lehine sağlanan bu faydalar madenler ve Demiryolları bölümünde ele
alacağımızdan, şimdi bir başka Fransız yazarının düşüncelerini aktarmaya
çalacağız. Yazar aynen öyle diyor: Şu anda Sivas’ın uzaklarına kadar inşa
edilen ana demiryolu iki hatla tekrar Karadeniz’e bağlanıyor. Bunlardan biri
Zonguldak kömür yataklarına öteki de, Samsun’un tütün bahçelerine kadar uzanıyordu.
Güneyde de bir hat inşa edilmişti. O da eski Bağdat demiryolunu yarının pamuk
ve bakır ihraç limanı olan Mersin’e bağlıyordu. Bir ikinci hat; Harput’tan
geçerek Ergani’nin zengin bakır yataklarına doğru gidiyor ve her yıl biraz daha
fazla Kürtlerin memleketine yaklaşıyordu. Bu yeni hatlar sayesinde, demiryolu ağı
daha bir sürü bölgelere bölünmüş Anadolu’nun bütünlüğünü çok iyi bir şekilde
sağlıyordu.[39]
Fransız-İngiliz anlaşması Fransız çıkarlarına başka
alanlarda da ters düşüyordu. Kapitülasyonlardan yararlanma hakkı Yunanlılara ve
Ermenilere de tanınmıştı. Artık Fransızlar diğer müttefiklerimizle eşit düzeyde
tutulacaklardı. İstanbul ve Çanakkale Boğazlarından serbest geçi için kurulacak
boğazlar komisyonunda ve Türkiye’nin bütçesini denetleyecek müttefikler
komisyonunda Fransa-İngiltere ve İtalya ile aynı temsil hakkına sahip olacaktı.
Oysa Fransa’nın Türkiye’deki çıkarlar başka ülkelerinki ile
karşılaştırılamazdı.[40]
Yine bir süredir “bağımsız ve yaşayabilir bir Türkiye, kampanyasına
girişilen, böyle bir Türkiye’nin, Fransa’nın milli menfaatlerine uygun
düştüğünü savunan Le Temps 1920 Nisanın ikinci yarısında San Remo’da Türk
meselesi görüşülürken diyordu ki: “Osmanlı İmparatorluğunun belli başlı
alacaklılar Fransızlardır. Altı yıla yakın zamandır borçlularından metelik
alamadılar. Yabancı ülkelerdeki her alacağın Fransa için özellikle değer
taşıdığı bir zamanda bu durum sürüp gidemez. Türkiye’ye ciddi askeri çaba
gerektirecek veya yalnızca, şimdiki karışıklıkları sürdürme tehlikesi taşıyacak
şartlar kabul ettirilmek istenirse ödemeler ve alış veriş geciktirilmiş olur;
bu da Türkiye’de yatırım yapan bütün Fransızlara zarar verir. Bundan
kaçınılmalıdır. “Proje açıklandıktan sonra da La croix, Anadolu’nun en büyük
ticaret limanı İzmir’i, Yunanistan’a vermek “Fransa’yı soymak” demektir. Çünkü
ticaret imkanları cılızlaşan Türkiye Fransa’ya artık borçların kolay kolay
ödeyemeyecektir” diyordu.[41]
Bu arada Fransız Kamuoyunun aydınlanması Le Temps
gazetesinin Türkiye’nin lehine yaptığı yorumlar ve Türk dostu Pierre Loti’nin
yazılarının ışığında Doğu meselesinde Fransa’nın çıkarlarının daha iyi görüp
değerlendirmesinden ileri gelmiştir.
Le Temps, önemli olan, halk en geniş şekilde
aydınlatmaktır.” diyerek. Londra görüşmelerinin Türkiye’yi parçalamaya
yöneldiğini, İzmir ve Trakya’nın Yunanistan’a verileceğini, Musul petrollerine
ve Ergani madenlerine göz diken İngiltere’nin bu amaçla bir Kürdistan devleti
kurulması için çalıştığını açıklıyordu.[42]
Suriye ve Lübnan’ın iyi bir pazar ve hammadde kaynağı
olması, çeşitli limanlarının (özellikle Beyrut liman) Akdeniz ticaretindeki
stratejik konumu Fransa’nın iştahını kabartan nedenlerdendi. Fransa ekonomik
yatırımların yan sıra sosyal ve kültürel kurumlar aracılığıyla da bölgede
etkinliğini kurma çabasına girmiştir. Bununla birlikte Fransa da diğer batılı
emperyalist devletlerin yaptıkları gibi kendi nüfuzuna almak istediği
bölgelerde ulaşım şebekeleri kurma politikası izlenimi ve Fransız emperyalizmi,
Suriye’ye ilk önce Karayolu yapımıyla girmiştir. XIX. yüzyılın sonlarından
itibaren ise Fransızlar Suriye’yi demiryollarıyla donatmaya başlamışlardı.[43]
Fransa’nın Ortadoğu’da ve Akdeniz bölgesinde temel ülküsü,
Hindistan’ın en önemli bağlantı yolu olan Akdeniz’e ve bu denizde kontrolü
sağlayan Boğazlara ve bölgelere sahip, olmaktır. Bunun için de Fransa
Akdeniz’de ve Ortadoğu’da ekonomik ve siyasal bakamdan rakip olan İngilizleri
alt etmenin gerektiğine inanmaktadır. İngiliz-Fransız çıkar çatmalarında
İngilizler işlerine geldiği zaman Osmanlı İmparatorluğu’nun yanında yer
aldıklarında Fransızlar, Mısır’ı İslam alemine taşımak suretiyle karşılık
veremilerdir. İslam devletlerini Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparmaya
çalışmışlar, bu arada da Hint yolunun ilk basamağı olan Mısır kapısını tıkamayı
öngörmüşlerdir.[44]
MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİ TÜRK FRANSIZ İLİŞKİLERİ
Görüldüğü gibi Türk-Fransız ilişkilerinin tarihi oldukça
eskidir ve Napolyon'un 1798'de Mısır'a sefer yapması sırasında genelde iyi bir
gelişme göstermiştir. 19. y.y.da da bütün Avrupa Osmanlı İmparatorluğu'nun
içişlerine karışmaya ve Hasta Adam’ın[45] miransa
sahip çakmaya çalışınca, Fransa uzun süre İngiltere'nin yanında yer alıp, Osmanlı
İmparatorluğu'nun Rusya'ya karşı toprak bütünlüğünü korumaya çalışmıştı.
Fransa Birinci Dünya Savaşı'nda bütün gücünü Avrupa'da
Almanya'ya karşı kullandı. Bu sebeple İngiltere'nin tek bana Orta Doğu'ya
egemen olmaması için Türkiye konusundaki görüşme ve işlemleri geciktirmek
istiyordu. Savaş sonunda Fransa'nın en büyük sorunu Almanya barışı idi. Fransa
Almanya'nın iyice ezilmesini ve bir daha kendini toplayamayacağı ağır
yükümlülükler altına sokulmasının ve Fransa'da yapılan yıkım için Almanya'nın
Fransa'ya büyük bir tazminat ödemesini istiyordu. Bu sebeple de Clemancau, Lloyd
George'un dümen suyunda bir politika izleyerek, Paris Barış Konferans’ında,
İngiltere'nin Orta Doğu ile ilgili hemen bütün isteklerini onayladı. Kendi çıkarlarına
aykırı olmasına rağmen Yunanistan’ın Anadolu'ya çıkmasına ve büyümesine razı
oldu. Orta Doğu'da İngiltere'nin en büyük güç olmasına yardımcı oldu. Fakat İngiltere
Fransa'nın Almanya konusundaki isteklerine yardımcı olmadı. Almanya'nın
bütünüyle çökmesinin, Fransa'nın güçlenmesine yarayacağı ve Avrupa'da üstün
duruma gelip, Avrupa dengesini bozacağı için Fransa'ya karşı Almanya'yı korudu.
Alman donanması imha edilip, ordusu dağıtılmış ve ekonomisi büyük borç altına
sokulmuştu. Bu da İngiltere için yeterliydi. Bu sebepten dolayı Fransız kamuoyu
İngiltere'ye karşı çıkmaya başladı ve Fransa giderek İngiltere'den koptu.[46]
Fransa I. Dünya Sava sonrasında şu bölgeleri işgal etmişti.
Doğu Trakya Demiryolları (9 Kasım 1918)
Çanakkale Boğazı (6-12 Kasım 1918)
Dörtyol (11 Aralık 1918)
Mersin (17 Aralık 1918)
Toros Tünelleri (27 Aralık 1918)
Adana Ve Pozantı (27 Aralık 1918)
Doğu Demiryolları (15 Ocak 1919)
Turgutlu-Aydan Demiryolu (1 Şubat 1919)
Çiftehan Ve Akköprü (3 Şubat 1919)
Afyon İstasyonu (16 Nisan 1919)
Türkiye'nin Güney Doğu topraklarını ele geçiren Fransa
burada çok sert bir Türk direnişiyle karşılaştı. Ermenileri Türklere karşı
destekledi ve Ermeni politikasına sahip çıktı.[47]
Ermeniler de Türklerden intikam almak için Fransızları kullandılar.[48] Bu
cephedeki Türk direnişinin Fransızlara çok ağır kayıplar verdirtmesi ve Suriye
mandasını tehlikeye sokması, Fransız kamuoyunda İngiltere'yi suçlu bulma eğilimini
güçlendirdi. Fransız basını kendilerinden önce burayı elinde bulunduran İngiliz
Ordusu'nu, Türkleri silahsızlandırmamakla ve Türk direnişi konusunda İngiltere'yi
suçluyordu. Fransa'da Clemenceau Başbakanlıktan ayrılıp Ocak 1920'de barış yanılsı
bir insan olan Briand'n Babakan oluşun da Fransız politikası üzerinde etkili
oldu. Kilikya (Çukurova), Antep-Urfa, Maraş, direnmeleri üzerine buralar kaybedeceğini
anlayan Fransa, Bat Anadolu'da, İngiltere'nin desteğinde kuvvetli bir
Yunanistan'ın bulunmasın da kendi çıkarlarına aykırı bulmaya ve Türkiye'nin
varlığını sürdürmesinin kendisi için daha yararlı olduğunu görmeye başladı.
Çünkü Türkiye'nin de borçlarının % 60' ve Türkiye'deki yatırımların % 50'si
Fransa'ya aitti. Ayrıca Türkiye Fransız ekonomisi için önemli bir hammadde
kaynağı ve pazar idi.[49] 1921 Şubat-Mart
ayında Londra'da Bekir Sami Bey ile imzaladıkları ekonomik anlamada Fransa'nın
isteklerini gösteriyordu. Bu antlaşma bilindiği gibi M. Kemal tarafından
reddedildi.[50]
Türk Kurtuluş Savaşı'nın Fransa'yı en çok ilgilendiren yönü,
Türkiye'nin Kapitülasyonlar kaldıracaklarını söylemeleri ve tam bağımsızlık
istekleri idi. Bu sebeple Fransa Türkiye konusunda, 1921 yılından itibaren bir
yandan iyi niyetli bir politika izlerken, diğer yandan endişe de duyuyordu.
Yeni Fransız Hükümeti İskenderun Körfezi'ne büyük önem verdiğinden, oraya sahip
olmanın Fransa için şart olduğunu belirtti. Öyle görülüyor ki Fransa İskenderun
dışında Türkiye topraklarını boşaltmaya razı olacaktı.
Fransa'nın 1920 yılı ilkbaharından itibaren Türkiye
konusundaki politikası değişmeye başladı. Türk direnişinin gücü Fransa’yı yıpratmıştı.
İngiltere Almanya konusunda Fransa'ya oyun oynamıştı ve Fransa da doğuda İngiltere'ye
Yunanistan'a karşı Türkiye lehine politika izlemekle oyununu oynayabilecekti.
Türklerin İngilizlerin dostu Yunanlılara iyi bir ders vermesi isteği Fransız
kamuoyunda bu sebeple yaygınlaşıyordu. Türk Ordularının Yunan Ordularını I. ve
II. İnönü Savaşları'nda yenmesi de Fransa üzerinde Türkiye lehine büyük etki
yaptı. 1921 Haziran ayından itibaren İtalya'nın Güney Batı Anadolu'yu sessiz sedasız
boşaltması da Türklere silahla isteklerinin kabul ettirilmesinin mümkün olmadığı
konusunda Fransa'yı uyardı. Bütün bu gelişmeler sonunda, Mayıs 1921'de başlamış
olan Türk-Fransız yakınlaşması, Haziran'da Ankara'da başlayan görüşmelerle gelecekti.
Fakat Yunan Ordusu'nun Eskişehir-Kütahya saldırısı yüzünden görüşmeler askıya
alındı. Sakarya Sava'nda Yunan Ordusu'nun bozuluşu Fransa'nın Türkiye'ye yaklaşmasını
çabuklaştırdı. Türkiye'nin komünist olmayacağına da kanaat getiren Fransa,
Türkiye ile 21 Ekim 1921 tarihinde Ankara Antlaşmasını imza etti. Böylece
Türkiye karşısındaki İngiliz-Fransız bloku parçalanırken, Fransa İngiltere'den
de intikam alıyordu. İngiltere bu yakınlaşmayı hiç hoş karşılamayıp, karşı çıktıysa
da etkili olamadı.[51]
Bu zafer siyasî alanda da olumlu sonuçlar vermiştir. Sovyet
Rusya ile Moskova Antlaşması esas olmak üzere, 13 Ekim 1921'de Kars Antlaşması
imza edilmiştir. Fransa ise Ankara İtilâf namesini imzalayarak Büyük Millet
Meclisi Hükümetini resmen tanımıştır.[52]
Sakarya Savaşından önce bakanlardan Franklin Bouillon
(Franklen Buyyon) u Ankara'ya göndermişti. Franklen Buyyon ile yapılan görüşmeleri
bizzat Mustafa Kemal yönetmiş ve Franklen Buyyon'a Misak- Millînin kabulünü
teklif etmiştir. Fakat Franklen Buyyon, “Sevr Antlaması”nın mevcut olduğunu,
Misak Millî'yi tanımağa yetkili olmadığını ileri sürerek teklifi reddetti.
Fransızlar, Yunan ileri hareketinin başlayacağını bildiklerinden savaşın sonunu
bekliyorlardı. Sakarya Savaşı sonunda Türk gücü ve Türk dâvasını anlayan Fransız
Hükümeti, Ankara Anlaşmasını imzaladı (21 Ekim 1921).
Ankara Antlaşmasına göre:
1-
Bu Antlaşmanın imzasıyla Türkiye ve Fransa arasında
savaş sona erecekti.
2-
Fransızlar Güney Cephesinden kuvvetlerini
çekeceklerdi.
3-
İskenderun bölgesi (Hatay) Fransızlarda kalacak,
fakat çoğunluğu Türk olan bura halk kültür alanında özgürlüğünü koruyacak,
Türkçe resmî dil olacaktı.
4-
Ankara Anlaşmasının 9. maddesine göre: Osmanlı
Devletinin kurucusu Osman Beyin büyük babası olan Süleyman Şah'ın türbesinin
bulunduğu "Caber Kalesi" (Türk mezar), Türkiye sınırlarından 100 km.
kadar uzakta, Suriye topraklar içinde olmasına rağmen, orası Türk toprağı sayılmıştı,
burada asker bulundurmak ve bayrak çekmek hakkı Türkiye'ye verilmiştir.
Bu antlaşma ile Birinci Dünya Sava öncesi kurulmuş bulunan İtilaf
bloğu parçalandı. Versay'da kendisini desteklemeyen ve Almanya'ya yumuşak
davranan İngiltere'ye kızan Fransa Türkiye konusunda İngiltere'ye oyun oynuyor
ve tek başına hareket ediyordu. İngiltere bu antlaşmaya hayret ve dehşet ile
karşıladığını gizlemedi. Fransa Türk cephesinde 60-70.000 asker beslemek ve
Türklerle savaşmaktan kurtuluyordu. Bu antlaşma yalnızca Güney Doğu Anadolu
için imzalanmakla beraber, Fransa gibi büyük bir Avrupa devletinin Türkiye'yi
ve Misak- Milli'yi resmen tanıması bakımından çok önemliydi. Fransız desteğini
yitirdikleri için Kilikya üzerindeki Ermeni hayalleri yıkıldı. 130.000'den çok
Ermeni Suriye'ye, 30.000 kadar Ermeni de Kıbrıs'a göç etti. Doğu Anadolu'da da
300.000 kadar Ermeni, Ermenistan'a göç etti.
Bu antlaşmanın Türkiye'ye siyasi yararlarının yanı sıra,
askeri bakımdan da büyük yarar oldu. Bu cephenin tasfiyesi ile Türkiye güneyini
de güvenceye aldı ve buradaki askerlerini Batı cephesine taşımak olanağı buldu.
Fransızlar bölgeyi boşaltırken Türkiye'ye satış ve hibe yoluyla bir miktar
silah, cephane bıraktılar.
Bu antlaşma ile Hatay Fransa'ya bırakılmakla Misak- Milli'den
ikinci ödün verildi. Batum'dan sonra Hatay yitiriliyordu. Fakat o günün koşullar
altında elde edilen büyük kazançtı. Çünkü Türkiye iki büyük cepheyi tasfiye
etti. İki büyük ülke tarafından resmen tanındı. Kaldı ki Hatay üzerinde Türkiye
haklarından vazgeçmeyecekti. 1923 yalında Adana'ya gelen Atatürk, burada
kendisini siyah bayrakla karşılayan Hatay temsilcilerine “40 asırlık Türk yurdu
yabancı eline bırakılamaz.” diyerek kurtuluş için söz vermiş ve sözünü 15 yıl
sonra yerine getirmiştir.[53]
Kaynaklar
AKBIYIK, Yaşar, Milli Mücadelede Güney Cephesi (Maraş),
Ankara, 1990. AKBIYIK,Yaşar, Maraş’ın İşgali Sırasında Fransız Ermeni
Münasebetleri, Ankara, 1989. AKYÜZ, Yahya, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız
Kamuoyu (1919-1922), Ankara, 1988. AMSTRONG, Bozkurt, İstanbul, 1955 ARMAOĞLU,
Fahir, 19.Yüzyl Siyasi Tarihi (1789-1914), TTK, Ankara, 1998. AYBARS, Ergün,
Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I, Ege Ün. Basımevi, 1986, s. 291-293 AYDEMİR, Şevket
Süreyya, Tek Adam, C:III, İstanbul, 1995 BELEN, Fahri, Türk Kurtuluş Savaşı, Başbakanlık
Basımevi, Ankara 1973. BUDAK, Ömer, Fransa’nın Anadolu Üzerindeki Siyasi,
Ekonomik, Kültürel ve Jeopolitik Çıkarlar (1918-1924), (Yayınlanmamış Doktora
Tezi), Kayseri, 1995. Cevdet Paşa Tarihi Seçmeler, Haz. Sadi Irmak-Behçet Kemal
Çağlar, MEB Yay., İstanbul, 1973 GÖNLÜBOL, Mehmet-Cem Sar, “1919-1939 Dönemi”,
Olaylarla Türk Dış Politikası (1919- 1995), Ankara, 1996 KARABEKİR, Kazım, İstiklal
Harbimiz, C.I, Sadeleştiren: Faruk Özerengil, İstanbul, 1975. KARAL, Enver
Ziya, Osmanlı Tarihi, C.5., Ankara 1994. KOCABAŞ, Süleyman, Tarihte Türkler ve
Fransızlar, İstanbul, 1990. KOCABAŞ, Süleyman, Tarihte Türk-Rus Mücadelesi, İstanbul,
1989. KODAMAN, Bayram, “Şark Meselesi ve Tarihi Gelişimi”, Türkiye’nin Sorunlar
Semp.(Dün Bugün-Yarın), T.T.K. Yay. Ankara, 1992. KUTAY, Cemal, Bilinmeyen
Tarihimiz, III. Kitap, İstanbul, 1974 LEWIS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu,
Çev. Metin Kratl, Ankara, 1998. ÖZÇELİK, İsmail, “1915’te, Urfa’da Ermeni
Olaylar ve İsyan”, Askeri Tarih Bülteni, Yıl 11, Ağustos 1986, Say.21 ÖZÇELİK, İsmail,
“Milli Mücadele’de Urfa’da Ermeni Fransız İşbirliği ve Bir Ermeni Doktorunun
Amerika’dan Gönderdiği Mektup”, Askeri Tarih Bülteni, Yl.12, Şubat 1987, S.22.
ÖZÇELİK, İsmail, Milli Mücadele’de Güney Cephesi, Urfa, K.B. Yay., Ankara, 1992
ÖZTOPRAK, İzzet, Kurtuluş Savaşında Türk Basın, Ankara, 1981. SİPAHİ,
Çataltepe, 19.Yüzyl Başlarında Avrupa Dengesi ve Nizam- Cedit Ordusu, İstanbul,
1997. SONYEL, Salahi R., Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika I, Ankara, 1995
SOYSAL, İsmail, Fransız İhtilali ve Türk-Fransız Diplomasisi Münasebetleri
(1789-1802), Ankara, 1964 Türk İstiklal Harbi (1919-1921), VI., Genelkurmay Basımevi,
Ankara, 1974. Türk İstiklal Harbi I, (Mondros Mütarekesi ve Tatbikat),
Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1999. Türk İstiklal Harbi, Güney Cephesi, C.IV.,
Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1974. YAVUZ, Bilge, Kurtuluş Savaşı Sırasında
Türk-Fransız İlişkileri 1919-1922, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu
Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1994.
[1] Şark
Meselesi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz, Bayram Kodaman, “ark Meselesi
ve Tarihi Gelişimi”, Türkiye’nin Sorunları Semp.(Dün-Bugün-Yarın), T.T.K. Yay.
Ankara, 1992, s:59 vd.
[2] Türk
İstiklal Harbi I- Mondros Mütarekesi ve Tatbikat, Genelkurmay Basımevi, Ankara,
1999, s.52 vd.
[3] Bernard
Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev. Metin Kıratlı, Ankara, 1998, s.240.
[4] Bu
tabir, Süleyman Nazif’in yayınlandığı zaman büyük heyecan yaratan “Kara Gün”
Şiirinden alınmıştır.
[5] Kazım
Karabekir, İstiklal Harbimiz, C.I, Sadeleştiren: Faruk Özerengil, İstanbul,
1975, s.46.
[6] Şevket
Süreyya Aydemir, Türk mitolojisinde yer alan Ergenekon Destanından esinlenerek,
bu destanda Türkleri kapalı ülkeden kurtaran ve onlara önderlik eden Kurt’a
izafeten Atatürk’e “Bozkurt” demektedir. Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam,
C:III, İstanbul, 1995, s:522; Ayrıca, İngiliz yazar Amstrong da, Atatürk’ü
anlattığı eserine “Green Wolf” yani Bozkurt adını vermiştir. b.k.z., Amstrong,
Bozkurt, İstanbul, 1955.
[7] Yahya
Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu (1919-1922), Ankara, 1988, s.29.
[8]
Çataltepe Sipahi, 19.Yüzyl Başlarında Avrupa Dengesi ve Nizam- Cedit Ordusu,
İstanbul, 1997, s.59
[9] Lewis,
a.g.e., s.67.
[10] Cevdet
Paşa Tarihi Seçmeler, Haz. Sadi Irmak-Behçet Kemal Çağlar, MEB Yay., İstanbul,
1973, C.1, s.369-370.
[11] Enver
Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C.5., Ankara 1994, s.24.
[12] İsmail
Soysal, Fransız İhtilali ve Türk-Fransız Diplomasisi Münasebetleri (1789-1802),
Ankara, 1964, s.36.
[13]
Çataltepe, a.g.e., s.68
[14]
Mısır’ın işgali Sultan III. Selim’i çok üzmüştü. Padişahı teselli etmek ve
dünya ölçüsünde olup bitenleri yorumlamak için hükümetçe memur edilen tarihçi
Vasfi Efendi kaleme aldğı küçük kitapta İslam dünyasının bu sıralarda ne gibi
belalara uğradığım neleri savuşturabildiğini anlatttım, Mısır’ın birden ve
kolayca istilasına Mısır Kölemenlerine gösterilen ihtimaller ve halka yapılan
zulümlere ve bir gün Mısır’ın tekrar ele geçerse ne gibi tedbirler alınması
gerektiğini uzun uzun anlatmıştır. Geni bilgi için bkz. Cevdet Tarihi Seçmeler,
s 4-6
[15]
İngiltere’nin Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma siyaseti ilk olarak Başbakan
William Pitt tarafından 1791’de ortaya atılmıştı. Geni bilgi için bkz. Fahir
Armaoğlu, 19.Yüzyl Siyasi Tarihi (1789-1914), TTK, Ankara, 1998, s.85
[16] Geni
bilgi için bkz. Karal, a.g.e, s 41-43
[17] Akyüz,
a.g.e., s.60.
[18] Akyüz,
a.g.e., s.6l.
[19] Yaşar
Akbıyık, Milli Mücadelede Güney Cephesi (Maraş), Ankara, 1990, s.57.
[20] Ömer Budak,
Fransa’nın Anadolu Üzerindeki Siyasi, Ekonomik, Kültürel ve Jeopolitik Çıkarlar
(1918-1924), (Yayınlanmayan Doktora Tezi), Kayseri, 1995, s.9.
[21] Akyüz,
a.g.e., s. 64
[22] Budak,
a.g.t., s.10.
[23] Akyüz,
a.g.e, s.59-60
[24] Budak,
a.g.t., s.11.
[25]
Akbıyık, a.g.e., s.49, 53-54
[26] Türk
İstiklal Harbi, Güney Cephesi, C.IV., Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1974,
s.35-36.
[27] Akyüz,
a.g.e., 288-289
[28] Yaşar
Akbıyık, Maraş’ın İşgali Sırasında Fransız Ermeni Münasebetleri, Ankara, 1989,
s.99.
[29] İzzet
Öztoprak, Kurtuluş Savaşında Türk Basını, Ankara, 1981, s.159
[30] Akyüz,
a.g.e., s.…176-177
[31] Akyüz,
a.g.e., s. 60-61
[32] Akyüz,
a.g.e. s.177
[33]
Akbıyık, Maraş’ın İşgali Sırasında Fransız-Ermeni Münasebetleri, s.27
[34] Akyüz,
a.g.e., s.177-178
[35] Akyüz,
a.g.e., s. 62
[36]
Süleyman Kocabaş, Tarihte Türkler ve Fransızlar, İstanbul, 1990, s. 376
[37] Akyüz,
a.g.e., s. 54-55
[38] Türk
İstiklal Harbi (1919-1921), C.VI., Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1974, s.8
[39] Budak,
a.g.t., s.17.
[40] Akyüz,
a.g.e., s.156.
[41] Akyüz,
a.g.e., s.157.
[42] Akyüz
a.g.e., s.148, 153, 177.
[43] Budak,
a.g.t., s.19.
[44] 4 Türk
İstiklal Harbi (1919-1921), C.VI., s. 8.
[45] "Hasta
Adam" tabiri, ilk defa Çar I. Nikola tarafından 1853 tarihinde
kullanılmıştır. Bunun ilk kullanımının “Hasta Ay” eklinde olduğu ve
İngilizlerin diplomatik nezaketinin bir ürünü olarak hasta adam şekline
dönüştürüldüğü iddiaları da mevcuttur. Her fırsatta Osmanlı Devletini paylaşma
projeleri yapan Rusya devlet bakan I. Nikola, İngiliz Sefiri Hamilton Seymour
ile yaptığı bir müzakere esnasında; “Osmanlının ölümcül bir hasta olduğunu, bu
Hasta Adamın aniden ölümü karşısında hazırlıksız yakalanmak yerine, meseleyi
kendilerinin halletmesi gerektiğini” söylemiştir. Osmanlıya kefen biçen bu Çar,
ilahî bir tecellidir ki, iki yıl sonra, Kırım Harbini Osmanlıya karşı
kaybedince intihar etmiştir. b.k.z., Cemal Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz, III.
Kitap, İstanbul, 1974, s: 193-217; Süleyman Kocaba, Tarihte Türk-Rus
Mücadelesi, İstanbul, 1989, s: 252 vd.
[46] Salahi
R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika I, Ankara, 1995, s.195.
[47] İsmail
Özçelik, Milli Mücadele’de Güney Cephesi, Urfa, K.B. Yay., Ankara, 1992, s.884
vd.; Aynı yazar, “1915’te, Urfa’da Ermeni Olaylar ve İsyan”, Askeri Tarih
Bülteni, Yıl 11, Ağustos 1986, Say.21, s.23-33.; Aynı yazar, “Milli Mücadele’de
Urfa’da Ermeni Fransız İşbirliği ve Bir Ermeni Doktorunun Amerika’dan Gönderdiği
Mektup”, Askeri Tarih Bülteni, Yıl.12, Şubat 1987, S.22, s.193 vd.
[48] Bilge
Yavuz, Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk-Fransız ilişkileri 1919-1922, Atatürk
Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1994, s.55-56.
[49] Akyüz,
a.g.e., s.58 vd.
[50] Mehmet
Gönlübol-Cem Sar, “1919-1939 Dönemi”, Olaylarla Türk Dış Politikası
(1919-1995), Ankara, 1996, s.,30 vd
[51] Gönlübol-Sar,
a.g.e., s.40.
[52] Fahri
Belen, Türk Kurtuluş Savaşı, Başbakanlık Basımevi, Ankara 1973, s.371 vd.
[53] Ergün
Aybars, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I, Ege Ün. Basımevi, 1986, s. 291-293
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Sayın takipçilerimiz hakaret etmeden yorumlarınızı yapabilirsiniz.