YENİ BİR DEVLET VE YENİ BİR YÖNETİM ANLAYIŞI - akademitarih

EN YENİ MAKALELER

Post Top Ad

Your Ad Spot

14 Ağustos 2020 Cuma

YENİ BİR DEVLET VE YENİ BİR YÖNETİM ANLAYIŞI

 

Siyasal Alanda Yapılan Değişiklikler
Muhammed Murat CANBOLAT


Muhammed Murat Canbolat

Bartın Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

 Tarih Bölümü

SİYASAL ALANDA YAPILAN İNKILAPLAR VE TOPLUMA ETKİLERİ

Atatürk’ün devrim anlayışı toplumun ve devletin sürekli olarak kendisini yenilemesi çağın gerisinde kalmaması ve yeni gelişmelere açık olmasına dayanmaktadır. Atatürk için devrimler bağımsızlığı ve birliği korumak için bir araçtır. Asıl amaç; Türk devletinin ve ulusunun varlığının korunmasıdır. Gazi Paşa’nın devrim anlayışında batının körü körüne taklide edilmesi de yoktur. Taklitçiliğin bir ulus için hüsran olduğunu belirten Atatürk öncelikle Türk ulusunun kendi özelliklerine ve değerlerine güvenmiş yeniliklerin kimlik bunalımı yaratmaması için özen göstermiştir.

Türk toplumunun yapısına uygun hale getirilen ve bu haliyle özgün olan Atatürk ilkelerinin, Türk milletine yansımaları da aynı anda gerçekleşmemiştir. Kurtuluş savaşı yıllarında milliyetçilik ve halkçılık başarılı bir şekilde uygulanırken, Cumhuriyet’in ilanı ve takip eden diğer devrimler sırasında Cumhuriyetçilik, Laiklik ve İnkılapçılık devlet ve toplum pratiğine geçmiştir. En son ise 1930’lu yılların başlarında Devletçilik uygulanmaya başlanmış ve böylece hemen herkes tarafından bilinen altı ilke belirmiştir.

 Atatürk inkılaplarının hepsinin aynı kaynaklardan beslendiğini söylemek mümkün değildir. Dünya tarihinde cereyan eden diğer devrimlerden çıkan sonuçlardan rol model alınarak Türk toplumuna uygun bir biçime indirgenmiştir. Gerek Fransız devrimi gerekse Sovyet devriminin etkisiyle biçimlenen bazı düşünceler Türk toplumunun yapısı göz önünde bulundurularak Türk toplumuna uyarlanmış ve uygulanmıştır.

Siyasal içerikli olduğu kadar, toplumun sosyo-ekonomik ve sosyo- kültürel yapısı ile de doğrudan ilgili olmakla birlik te her biri ayrı ayrı nitelikler taşımakta ve birbirini tamamlayan ortak değerleri de kendi içlerinde barındırırlar. Bu inkılaplardan herhangi birinden feragat edilmesi demek belli bir tarih birikiminin de bozulacağı gibi ayırt etmeden hepsini aynı derecede eşit bir şekilde ele almak gerekmektedir. Çünkü bütün inkılaplar birbirleri ile bağlantılı olduğu gibi her biri ayrı ayrı siyasal, toplumsal, ekonomik anlam ifade etmektedir.

 

Hepsini ayrı ayrı ele alırsak aslında siyasal alanda yapılan inkılapların eski Türk siyasal hayatı ve toplumsal yapısındaki karmaşadan bir an evvel kurtarılarak yeni Türkiye’ yi çağdaş medeniyetler seviyesine çıkarmayı amaçlamanın yanı sıra bunu yapar iken de toplumun adaptasyon ve oryantasyon süreciyle de bizzat ilgilenilmiş ve inkılapların doğurduğu sonuçları da yakından izleme olanağı doğmuştur.

Atatürk, çağın gerisinde kalmış olan ve kendini yenileyemeyen ülkelerin ve toplumların nasıl sömürüldüklerine ve yok edildiklerine tanık olduğu için, var olmak ve yaşamak için modernleşmeyi ve kalkınmayı temel çözüm olarak görmüştür. Bununla birlikte toplumun kendini keşfetmesi ve kimliğini kaybetmemesi için de özen göstermiş ve ulusun tarihi ve dilini temel dinamikler olarak kullanmıştır. Tek bir cümleyle özetlemek gerekirse; Atatürk dönemi devrimleri ile Türk ulusunun kendi kimliğini koruyarak çağdaş uygarlığın bir parçası olması hedeflenmiştir.

 

SİYASAL ALANDA YAPILAN İNKILAPLAR

 

1.      SALTANATIN KALDIRILMASI (1 KASIM 1922)

11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya mütarekesinin imzalanmasıyla cephelerdeki savaş sona ermiş ancak nihai barış henüz gerçekleşmemişti. Taraflar arasında savaşa son verecek bir barış anlaşmasının imzalanabilmesi için, 28 Ekim 1922’de Lozan’da Barış Konferansının toplanması kararlaştırılmıştı. Ancak bu sırada itilaf devletleri, kendileri açısından en uygun ortamı hazırlamaya çalışıyorlardı. Onlar, bu maksatla konferansa, TBMM Hükümetinin yanında, İstanbul Hükümetini de davet ederek, ortaya çıkacak görüş ayrılıklarından faydalanmayı planlanmışlardı.

Sadrazam Tevfik Paşa da İtilaf devletlerinin teklifini değerlendirmek istiyordu. O, bu amaçla önce 17 Ekim 1922 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgrafta “kazanılan zaferin bundan böyle İstanbul ve Ankara arasındaki anlaşmazlık ve ikiliği ortadan kaldırdığını ve milli birliğimizi sağladığını” söyleyerek konferansa katılma konusunda yardım istemişti. 29 Ekim 1922 tarihinde de TBMM’ ne bir telgraf gönderen Paşa “kazanılan başarının elde edilmesine hizmet ettiklerini” iddia ederek, Lozan görüşmelerine İstanbul Hükümeti temsilcilerinin de katılmasının doğru olacağı görünüşü savunuyordu.

Eğer konferansa iki hükümeti temsil eden ve farklı düşüncelere sahip delegeler katılırsa, İtilaf Devletleri karşısında güçlü ve kararlı bir şekilde hareket etmek mümkün olmayacaktı. Bu durumu çok iyi bilen Mustafa Kemal Paşa, telgraf ve Lozan’da temsil konusunu 30 Ekim günü toplanan Meclis genel kuruluna getirdi. Tevfik Paşa’nın telgrafı Mecliste genel olarak tepkiyle karşılanırken, iki farklı görüşü de ortaya çıkardı. Bir grup Milletvekili Bab-ı Ali ve Padişahlığın hükümsüzlüğü şeklinde görüş beyan ederek telgraf ve sadrazamı protesto ederken, bir grup ise; sadece telgrafa ret cevabının verilmesini ve Bab- ı Ali ile padişahlık hakkında bir karar verilmemesini istiyordu.

Mecliste padişahlığın hükümsüzlüğü ile hakimiyetin kim tarafından kullanılacağı hakkındaki görüş hakkındaki görüş ayrılıklarının devam ettiği sırada “Osmanlı Devleti’nin yıkılmış olduğunu, yeni bir Türk Devletinin doğduğunu, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince hakimiyet haklarının millete ait bulunduğunu” ifade eden bir önerge hazırlanarak Meclis Başkanlığına verildi. Bu önergenin Mecliste görüşülmesi sırasında hakimiyetin kimin elinde bulunması gerektiği konusunda sert tartışmalar yaşandı.

Aslında gerek Mustafa Kemal Paşa tarafından 26 Nisan 1921 tarihli Anayasa’da hakimiyetin millete ait olduğu açıkça ifade edilmişti. Dolayısıyla bu konuda kargaşa yaratacak herhangi bir durum söz konusu değildi. Buna rağmen Mustafa Kemal Paşa, bilgi vermek ve görüş ayrılıklarını ortadan kaldırmak maksadıyla, 1 Kasım 1922’de Meclis Genel Kurulunda uzun bir konuşma yaparak muhalefet edenleri ikna etmeye çalıştı.

Onun bu konuşmada da ifade ettiği gibi gerçekte, hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından kimseye görüşme ve tartışma yoluyla verilemezdi ve ancak kuvvetle kudretle zorla alınırdı. Dolayısıyla Türk milleti hakimiyeti ve saltanatı eline almıştı. Bu olmuş bitmiş bir işti. Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse uygun olacaktı. Aksi takdirde yine hakikat usulü dairesince ifade olunacak ve ihtimal bazı kafalar kesilecekti.

Zaten, önce TBMM’nin açılmasıyla fiilen, daha sonra da Anayasada yer alan hükümlerin öyle öngörmesi sebebiyle hukuken, Türk Milleti hâkimiyeti kendi eline almış durumdaydı. Dolayısıyla gerçekte Saltanat açıkça olmasa da kaldırılmış demekti. İstanbul Hükümeti’ni dayanaksız ve hükümsüz kılmak için şimdi sıra bunu bir kanunla açık ve kesin bir şekilde ifade etmeye gelmişti.

Mecliste yapılan konuşmalardan sonra, hakimiyetin millet tarafından kullanılması gerektiği görüşü ağırlık kazandı. Bunun üzerine Mecliste verilen önerge tasarı haline dönüşerek Genel Kurula sunuldu. Tasarı 1 Kasım 1922 günü Meclis Genel Kurulu tarafından oybirliğiyle kabul edildi.

Bu kanuna göre İstanbul’daki hükümet 16 Mart 1920 günü sona ermiştir. Misak-ı Milli sınırları içinde tek hükümet TBMM hükümetidir. Saltanat ve hilafet birbirinden ayrılmış ve Saltanat kaldırılmıştır. Hilafet ise varlığını devam ettiriliyordu.

Saltanatın kaldırılmasıyla, vahdettin padişahlık haklarını kaybetti ve Osmanlı Devleti’nin siyasi varlığı kesin olarak sona erdi. Böylece İstanbul Hükümeti de hükümsüz kalmıştı. İstanbul’da Tevfik Paşa hükümeti 4 Kasım 1922 de istifa edince, Ankara’ da ki TBMM hükümeti, Türkiye’nin tek hükümeti olarak kaldı. Bu durum karşısında son Osmanlı Padişahı Vahdettin, 17 Kasım 1922 ‘de İngilizlere sığınarak ülkeyi terk etmiştir.

Saltanatın kaldırılması altı asırlık bir yönetim biçimine, 2000 yıllık karizmatik egemenlik anlayışına son verilmesi bakımından önemli bir olaydı. Bu konu halledildikten sonra, yürürlüğe konulacak hükümet biçiminin kabullenilmesinde bir direnişle karşılaşılmaması beklenirdi. Fakat içeride ve dışarıda mevcut problemler, şekli hükümetin belirlenmesini bir müddet daha geciktirmiştir.

Yunus Nadi Bey, 26 Kasım 1922 tarihli Yeni Gün’de, “Yeni Bir Cidal Devri” başlığı altında yayımladığı makalesinde, memlekette sultan ve padişah isteyen sefil ruhların bulunduğunu farz ettirecek belirtilerin varlığına işaret ediyordu. Ertesi günü, yani 27 Kasım 1922’de Mersin mebusu Selahattin (Köseoğlu) Bey ile 23 arkadaşının imzaladıkları konu ile ilgili önerge meclis genel kurulunda okundu.

 Bu önergede makale sahibinin, düşünce özgürlüğünün sınırlarını aştığı, yüce meclisin şeref ve haysiyetine saldırıda bulunduğu iddia olunuyor ve meclis başkanlığından gereken işl      emin yapılması isteniyordu. Yunus Nadi Bey ise söz konusu önergenin işleme konulmaması için harekete geçmiş ve bu doğrultuda bir önerge vermişti. Her iki önerge bir arada okunarak başkanlık divanını ilgilendirmesi bakımından oraya gönderilmesi kabul edildi ve sıradaki gündem maddesine geçildi.

Fakat suçlama altında bırakıldıklarına inanan mebuslar işin peşini bırakmak niyetinde görünmüyorlardı. Bu defa Afyon mebusu İsmail Şükrü Efendi, Dahiliye Vekâletinden cevaplandırmasını istediği bir soru önergesi verdi. Önergede, bu “irticai” hareketin önlenmesi için Dahiliye Vekâlet’inin ne gibi önlemler aldığı soruluyordu. Dahiliye Vekili Fethi (Okyar) Bey memleketin hiçbir yerinde “irticai” mahiyette bir hareket görülmediğinden bahisle, önlem alınmasına gerek görülmediğini belirtti. Cevabı yeterli bulmayan İsmail Şükrü Efendi tartışmayı sürdürmek isteyince, mecliste karışıklıklar çıktı, sözlerini tamamlayamadan, oturumu yönetmekte olan başkan görüşmelere ara vermek zorunda kaldı. İsmail Şükrü Efendi, olayı bir başka yoldan gündeme taşımakta gecikmedi. 15 Ocak 1923’te Ankara’da Hilâfet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi unvanlı bir risale yayınladı. Risâlenin gerçek yazarı gazeteci Eşref Edip (Fergan) Bey’di.

Risaleye göre, 1 Kasım Kararı’yla hilâfet makamı korunmuş, bu makam Osmanlı Hanedanı’na bırakılmıştı. Hilafet, hükümet demekti. Bu noktada bir tereddüt yoktu. Ancak hükümet TBMM çatısı altında düşünüldüğünde, halifelik makamına seçimi meclisin yaptığına bakıldığında, hilâfet makamının üstünlüğü söz konusu olamazdı. İsmail Şükrü Efendi, “halife meclisin, meclis de halifenindir” demek suretiyle, halifeyi hem devlet hem de hükümet başkanı olarak görmek istiyor, meclisin tüm yetki ve sorumluluğu halifeye bırakmasını bekliyordu.

Ona göre 1 Kasım Kararı’nın temel esprisi de buydu. Fakat halife ile meclis ayrı şehirlerde bulunduğundan, şimdilik böyle bir birleşmeye imkan yoktu. Bu geçici durum ortadan kalkınca, her şey yerli yerine oturacak, gerekirse bir kanuni düzenleme ile hilafet asli fonksiyonuna kavuşturulacaktı.

 İsmail Şükrü Efendi bu görüşleri savunurken, 1 Kasım Kararı’nı padişahlık sıfatlarından birinin yani “sultan” sıfatının kaldırılmasından ibaret bir hareket sayıyordu. O zaman gerçekte değişen bir şey olmuyor, şimdiye kadar sultan ve halife olarak ülkeyi yöneten Osmanlı padişahı, bundan sonra halife sıfatıyla ülkeyi yönetmeye aday gösteriliyordu. Bu da 1 Kasım Kararı’nın özüyle çelişiyordu. İsmail Şükrü Efendi’nin adı geçen kitapçıkta öne sürdüğü görüşleri mecliste, hükümette, basında geniş yankılara sebep oldu.

Risale yayınlandığı gün Ankara’dan hareketle Batı Anadolu gezisine çıkmış bulunan Mustafa Kemal Paşa, anında olaydan haberdar edildi ve onun direktifleriyle mesele Müdafaa-yı Hukuk Grubu tarafından meclise taşındı. Ayrıca bir karşı risale ve basın yoluyla harekete geçilmesi kararlaştırıldı.

Mustafa Kemal Paşa bir yandan Ankara’yı sürekli uyarırken, öbür yandan gezisi sırasında gittiği yerlerde milli egemenlik, milli irade kavramlarından sıkça söz ediyor, bunların önemi üzerinde bir kez daha ısrarla duruyordu.

16/17 Ocak 1923 gecesi İstanbul gazetecileriyle yapmış olduğu İzmit mülakatında İsmail Şükrü Efendi’nin hareket tarzından bahisle, bunun olumsuz bir gelişme olduğunu, karşısında tavır almanın gerekliliğini belirtmiştir. Hükümet de Şer’iyye Vekâleti kanalıyla mülakat şeklinde bu tarz hareketin doğru olmadığı hakkında Hakimiyet-i Milliye’de yayınlar yaptırdığı gibi, bu husus ajanslarla her yana tamim ettirildi. Dahiliye Vekâleti, iç durumu yakından incelemeye aldı. Adliye Vekâleti de savcılık aracılığı ile adli takibat başlattı. İsmail Şükrü Efendi’nin dokunulmazlığının kaldırılması için hükümet 20 Ocak 1923’te TBMM Başkanlığı’na bir tezkere gönderdi. Bu tezkere işleme konulmakla birlikte sonuçlandırılamadı, müdevver dosya halinde yeni yasama yılına intikal etti. Yeni yasama yılı yeni bir meclisle, ikinci dönem TBMM ile açılacak, İsmail Şükrü Efendi mebus seçilemediğinden dokunulmazlığının kaldırılması söz konusu olmaktan çıkacaktı.

İstanbul halkı TBMM yönetimine geçmiş olmaktan büyük sevinç ve mutluluk duyduğunu göstermekte gecikmedi. Her taraf bayraklarla süslendi, okullar, kuruluşlar, halk gruplar halinde gösteriler yaparak bu olayı kutladı. Siyah-beyaz matem bayraklarının yerini, kırmızı renkli Türk bayrakları aldı. Mitingler düzenlendi ve bu mitinglerde konuşmalar yapılarak milli hükümete duyulan minnet ve şükran duyguları dile getirildi.

Bu sevinç gösterileri yapıldığı sırada İstanbul hâlâ İtilâf Devletlerinin işgali altındaydı. İtilâf temsilcileri Türkiye’nin içişlerine karışmayacaklarını Refet Paşa’ya söylemiş oldukları halde, işgal altında bulundurdukları şehrin asayişini sürdürmeye kararlı olduklarını bildirdiler. Yönetimdeki değişiklik, özellikle İstanbul’un başkentlik statüsüne fiilen son verilmesi onları rahatsız etmiş görünüyordu. İdari alandaki düzenlemeleri, yeni atamaları ve görevden almaları kınamak suretiyle bu rahatsızlıklarını ifade ettiler. Bu konunun onlar için ne denli önemli olduğu Ankara’nın başkent ilân edilmesi ile ortaya çıkacaktı.

 

 

2.      CUMHURİYETİN İLANI

 

Cumhuriyet dilimize Arapça cumhur kelimesinden geçmiştir. Cumhur; halk, ahali, büyük kalabalık demektir ve toplu bir halde bulunan kavim yahut milleti ifade etmek için kullanılır.

            Cumhuriyet, halka dayanan, gücünü halktan alan bir devlet şeklini ifade eder. Bu anlamda iktidarın millete, umuma ait olduğu bir sistemdir. Bu sebeple cumhuriyette egemenlik bir kişi veya zümreye değil, toplumun bütün kesimlerine aittir.

            Cumhuriyet bir başta devlet başkanı olmak üzere, devletin temel organlarında görev yapan kişilerin seçimlerle işbaşına geldikleri bunların belirlenmesinde kesinlikle veraset usulünün rol oynamadığı bir hükümet şeklini benimser.

            Cumhuriyet fikri ilk defa Fransız inkılabı sonunda ortaya çıkmıştır. Dar ve geniş anlamda olmak üzere iki şekilde kullanılır. Dar anlamda cumhuriyetten, sadece devlet başkanının, doğrudan veya dolaylı olarak halk tarafından belirli bir süre için seçilmesi kastedilirken, geniş anlamda ise, egemenliğin milletin bütününe ait olması ifade edilir.

            Türkiye’de cumhuriyetin ilanı, yeni Türk Devletinin kurucusu Atatürk’ün düşünceleriyle yakından ilgilidir. Çünkü o, gençlik yıllarından beri cumhuriyet fikrini benimsemiş bir kişidir. Daha bu yıllarda, Türk milletinin bir gün mutlaka cumhuriyet idaresine kavuşacağını söylemekten de çekinmemiştir.

            Atatürk gençliğinden beri en büyük hayali olan Türk milletinin cumhuriyet rejimine kavuşması hususundaki düşüncesini Erzurum kongresinde açıklamıştır. O, yaveri Mazhar Müfit Kansu’ya “zaferden sonra hükümet şeklinin cumhuriyet olacağını” söyleyerek bu konudaki düşüncesini açıklarken aynı zamanda Türk milletine olan güvenini ve ileri görüşlülüğünü de ortaya koymuştur.

            Aslında Milli Mücadelenin devam ettiği günlerde bütün zorluklara rağmen 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da toplamış olan Meclisin bizzat kendi varlığı bile, cumhuriyet yolunda atılmış büyük bir adımdır. Bu mecliste kabul edilen ilk anayasa da yer alan “hâkimiyet bil’a kayd-ı şart milletindir (hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir) ibaresine uygun olarak teşkil edilen siyasi rejim ise; ismi konulmamış bir cumhuriyetti. Çünkü bu dönemde Yeni Türk Devletin’ de millet egemenliği hakim kılınarak, milli egemenlik prensibine işlerlik kazandırılmıştır.

            Atatürk, milli mücadelenin zaferle sonuçlanması ve düşmanın Anadolu’dan atıldıktan sonra Türk milletini çağdaş medeniyetler seviyesine ulaştıracak çalışmaları başlatmıştı. Her şeyden önce bu çalışmaların devletin yapısıyla ilgili olması gerektiğini düşünüyordu. Bu çerçevede 1 Kasım 1922 tarihinde kabul edilen bir kanunla saltanat kaldırılmıştı. Bu aynı zamanda cumhuriyetin önünde yer alan bir engelin de ortadan kaldırılması demekti. 24 Temmuz 1923 tarihinde de Lozan Barış Antlaşmasının imzalanmasıyla, Milli Bağımsızlık tam anlamıyla elde edilmişti.

            Ancak bu dönemde Yeni Türk Devleti’nde milli egemenlik prensibinin devletin temel taşı olarak belirlenmiş olmasına rağmen devletin yönetim şekli açıkça belli değildi. Olağanüstü şartlarda hazırlanmış olan 1921 anayasası ihtiyaçlara cevap vermiyordu. Bu anayasaya göre bir devlet başkanının ve kabine sisteminin olmaması, sık sık hükümet buhranlarına sebep oluyordu. Özellikle 25 Ekim 1923 günü Başbakan Fethi Beyin istifasından sonra ve yeni hükümetin kurulamaması, meclisin çalışma güçlüğünü ortaya koyarken, ülkenin içinde bulunduğu durumun ciddiyetini gözler önüne seriyordu.

28 Ekim akşamı Çankaya’da yeni hükümetin kurulması çalışmaları sırasında başsız bir devletin olamayacağı görüşünün ortaya çıkması ve dış ülkelerde “Türkiye’nin bir devlet başkanı bile yok” gibi sözler söylendiğinin ifade edilmesi üzerine Atatürk, cumhuriyetin ilanı için beklenen günün geldiğini görerek, yanında bulunanlara “Efendiler! Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz.” diyerek bu konudaki fikrini açıkladı.

            Atatürk 28 Ekim gecesi, İsmet Paşa ile birlikte 1921 Anayasasının devlet şeklini tespit eden maddelerinde değişiklik öngören bir kanun tasarısı hazırladı. Bu tasarı 29 Ekim günü önce Halk Fırkası Grubunda görüşülerek kabul edildi. Aynı gün Meclis Genel Kuruluna sunulan tasarı yapılan görüşmelerden sonra burada da kabul edildi. Bu tasarıyla birlikte, 16 Milletvekili tarafından hazırlanan cumhuriyetin ilanı yönündeki önergenin de mecliste kabul edilmesiyle cumhuriyet resmen kabul ve ilan edilmiş oldu.

            Cumhuriyetin ilanından sonra sıra cumhurbaşkanının seçilmesi işine gelmiş ve aynı gün 158 milletvekilinin katılımıyla yapılan seçim sonunda da Mustafa Kemal Atatürk oybirliğiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı olmuştur.

            Türkiye de cumhuriyetin ilanıyla kabine sistemine geçilirken, aynı zamanda devletin demokratikleşmesi yolunda büyük bir adım atılmış ve yapılacak olan inkılaplara da ortam hazırlamıştır.

 

3.      HALİFELİĞİN KALDIRILMASI

Halife, sözlük anlamı olarak bir işte birinin yerine geçen kişi, onu temsil eden kimse demektir ve genellikle devlet başkanı için kullanılır.

İslam terminolojisinde ise Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Onun yerine geçen kişi, yani Müslümanların din ve devlet başkanı anlamına gelir.

İslami anlayışa göre Halife, cismani ve ruhani bir kişiliktir. Bu anlamda hem devlet işlerini hem de devlet işlerini yürütür.

Halifelik makamı ilk olarak Hz. Muhammed’in ölümünden sonra ortaya çıkmış ve ilk dört halifenin seçimle iş başına geldiklerini görüyoruz. Ancak Emevîler devrinde, seçim geleneği bir tarafa bırakılarak, halifelik saltanat usulüne dönüştürülmüştür. Bu olaydan sonra da bu makam, seçimle iş başına getirilen liderlik vasfını kaybetmiştir.

İslamiyet’in geniş bir coğrafyaya yayılmasıyla birlikte bazı sultanlar, değişik zamanlarda ve yerlerde kendi topraklarında bir hükümranlık ifadesi olarak da kullanmaya başlamışlardır. Bu çerçeve de Osmanlı Devleti’nde I. Murat devrinden itibaren bazı padişahların zaman zaman bu unvanı kullandığı bilinmektedir.

Osmanlılar halifelik ünvanını aldıklarında İslam dünyasının en güçlü siyasi otoritesi idiler. Bu sebeple padişahlar siyasi üstünlükleri devam ettiği müddetçe ayrıca halifeliğe dayanan bir nüfuz elde etmeyi yani bu makamın maddi ve manevi gücünden faydalanmayı düşünmüşlerdir. Genellikle dini konularda Şeyhülislamların fetvalarına başvurarak bu fetvalarda öngörülen hususlara göre hareket etmeye çalışmışlardır. Hilafet politikasının Osmanlı siyasetinin başlıca unsurlarından biri haline gelmesi ilk defa Büyük Güçler tarafından Müslüman ve Gayrimüslim tebaanın devlet aleyhine tahrik ve teşvik edilmeye başlandığı ve Bab-ı Ali’nin bunlara karşı başka yollardan yeterli karşı verme imkanının kalmadığı zamana rastlar. Bu dönemde devletin zayıflaması ile birlikte halifeliğin manevi gücünden faydalanmayı düşünen bazı devlet adamları, bu makamı bir kurtarıcı gibi görerek devletin içinde bulunduğu kötü durumu değiştirecek sihirli bir değnek zannetmişlerdir.

Ancak XIX. yüzyılda milliyetçilik fikirleri bütün dünyada etkili olmaya başlamıştı. Bu dönemde Osmanlı Devleti kendisinin aleyhine gelişen milliyetçilik akımına karşı halifeliğe daha çok önem vererek bu makamın gücünden istifade etmeye çalışıyordu. Devletin içinde bulunduğu durumdan kurtuluş yolunun arandığı sırada Panislamizm politikasının uygulanması uygulanmasına karar verilmişti.  Fakat bu dönemde özellikle Araplar arasında da milliyetçilik fikirlerinin yayılmış olmasından adı geçen politikanın başarıya ulaşması pek mümkün gözükmüyordu. Nitekim Osmanlı devletinin sıkıntılı günler geçirdiği I. Dünya Savaşı sırasında devleti kötü durumdan kurtarmak maksadıyla yapılan cihad çağrısının gerekli etkiyi yapmaması, Panislamizm politikasının başarısızlığının bir göstergesi idi. Bu olay aynı zamanda halifeliğin gücünün azaldığını dolayısıyla devleti kurtarma hususunda kendisinden fayda beklemenin doğru olmadığını da ortaya koyuyordu.

Osmanlı padişahları tarafından devletin güçlü olduğu dönemlerde kullanılmaya gerek görülmeyen halifeliğin nüfuzu, ihtiyaç duyulduğu zaman da bazı devlet adamlarının kendisinden beklenen devleti kurtarma görevini yerine getirmeye yetmemiştir.

1 Kasım 1922 tarihinde Saltanatın kaldırılmasından sonra halifelik makamının devam etmesine karar verilmişti. Ancak Lozan antlaşmasının imzalanmasıyla birlikte hem mecliste hem de kamuoyunda meclis tarafından halife seçilen halife seçilen ve yetki ve davranışları sınırlandırılan Abdülmecid efendinin yetkilerini aştığı adeta bir hükümdar gibi davranmaya başladığı bir şeklinde bir tartışma başladı.

Bu sırada Halk Fırkası Milletvekilleri halifenin durumunun yeniden gözden geçirilmesini hatta halifeliğin kaldırılmasını istiyordu. Buna karşılık başka bir görüş olarak halifeliğin korunması gerektiğini savunanlar da vardı. Onlar halifeliğin kaldırılması halinde Türkiye Cumhuriyeti’nin dış ilişkilerinde özellikle İslam ülkeleriyle münasebetleriyle aksaklıklar yaşanacağını ve Türkiye ile bu ülkeler arasındaki bağların kesilerek dış itibarının zedeleneceğini söylüyorlardı.

Aslında milliyetçilik ve milli egemenlik ilkesi üzerinde kurulmuş olan yeni cumhuriyet ile ümmetçilik düşüncesinin üzerine kurulan halifeliğin bağdaşması pek mümkün değildi.

Abdülmecid efendinin özellikle devlet başkanı gibi kabullerde bulunması ve bazı devlet adamlarının halife ile olan münasebetlerini kesmemeleri işi daha karmaşık bir hale sokuyordu. Bu sırada Hindistan Halifelik komitesi adına Hindistan Müslümanlarının lideri imam ağa han ve Emir Ali Başbakan İsmet Paşaya içinde halifelik makamının manevi kuvvetinin artırılması ve bu makamın muhafazasına dair isteklerin yer aldığı bir mektup göndermişlerdi.

Atatürk 1924 yılı Ocak ayında İzmir de yapılacak bir tatbikat için bu şehre gitmişti. O burada kaldığı iki ay zarfında 22 Ocak tarihinde İsmet Paşadan aldığı ”Bir süreden beri gazetelerde Hilafet makamının durumu ve Halifenin şahıslarıyla  ilgili yanlış anlamalara yol açabilecek yayınlarda bulunduğunu Halifenin İstanbul’a gelen resmi heyetlerin kendisini ziyaret etmelerinin istediği ve Halifenin hazinesine yapılacak ödeneklere dair hususların “ifade edildiği telgrafta aynı gün verilen cevapta “ halife ve bütün dünya kesin olarak bilmelidir ki bugün var olan ve korumakta olan halifenin ve halifelik makamının gerçekte ne dini ve ne de siyasi bakımdan hiçbir anlamı yoktur. Bizce hilafet makamı olsa olsa tarihi bir hatıra olmaktan öteye bir önem taşımaz “diyerek halife ve halifelikle ilgili düşüncelerini açıklarken aynı zamanda halifeliğin kaldırılmasının yönünde karar verdiğini de ifade ediyordu.

Atatürk 23 Şubat 1924 günü Ankara’ya döndükten sonra bu kararını gereken kimselere açıklamıştı. O, 1 Mart 1924 tarihinde yaptığı kesin konuşmasında da “Müslümanlığın yüzyıllardan beri yapıla geldiği üzere bir siyaset vasıtası olarak kullanılmasından kurtarılmasının ve yüceltilmesinin şart olduğunu “vurgulayarak halifeliğin kaldırılmasıyla ilgili kararını açıkça dile getirmiştir. 2 Mart 1924 günü halk fırkası grubunda yapılan görüşmelerden sonra bu karara bağlanan halifeliğin kaldırılması meselesinin daha sonra meclis genel kurulunda görüşülmesi kararlaştırılmıştır. Meclis Genel Kurulu 3 Mart 1924 günü toplanmış Şeyh Saffet ve 50 arkadaşı tarafından hazırlanarak meclis başkanlığına verilen “Hilafetin İlgasına ve Hanedan-I Osmaninin Memalikten Harici” ile ilgili kanun teklifi yapılan görüşmelerden sonra kabul edilmiş ve halifelik böylece resmen kaldırılmıştır.

Halifeliğin kaldırılmasının yurt içinde ve dışında çeşitli yansımaları olmuştur.

 Bu karardan öncelikle içeride saltanat ve hilafet yanlıları rahatsız olmuştur. Her ne pahasına olursa olsun bu makamın devam ettirilesi gerektiğini düşünen kişiler Atatürk e halife olmasını bile teklif etmişlerdir. Bu olayın yurt dışı boyutu da çok daha değişik gerçekleşmiştir.  Örneğin batı dünyası karadan dolayı şaşkınlık ve hayranlığını gizleyemezken İslam alemi bu karardan rahatsız olmuş ve olumsuz ve olumsuz tepkiler ortaya çıkmıştır. Halifeliğin kaldırılmasının görünüşteki siyasal gayesinden çok daha önemli kültürel ve tarihi manası vardır. Bir kere her şeyden önce bu olay on dokuzuncu yüzyıldan beri süregelen laik- yenilikçi grubun, dinci-muhafazakar gruba karşı bir zaferini ifade eder. Bu sebeple olay aynı zamanda toplumdaki dengelerin yenilikçiler lehinde değiştiğinin bir göstergesidir.

Yine Manisa Millet vekili Vasıf bey ve 50 arkadaşı tarafından verilen tevhid-i tedrisata dair kanun teklifi ile Siirt milletvekili Halil Hulki bey tarafından verilen Şer’iyye Ve Evkaf Vekaleti ile Erkan-I Harbiye-İ Umumiyye vekaleti nin kaldırılmasına dair kanun teklifinin 3 Mart 1924 tarihinde mecliste yapılan görüşmeler neticesinde kabul edilmesi ile eğitim birleştirilip, Şer’iyye Ve Evkaf Vekaleti ile Erkan-I Harbiye İ Umumiyye vekaleti resmen kaldırılmıştır.

4.      ANAYASAL HAREKETLER

 

1921 Anayasası

İlk önce belirtelim ki, 1921 Anayasasının resmî adı “Anayasa” değil, “Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’dur”.

 

1921 Anayasasına Götüren Olaylar

 

30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesinden sonra Birinci Dünya Savaşının galip devletleri, ülkenin önemli bir kısmını işgal etmeye başladılar. İşgale karşı Anadolu ve Rumeli’de bir direniş başladı. Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı; 22 Haziran 1919’da Amasya Tamimini yayınladı ve Erzurum’da bir kongre toplanmasını istedi. Erzurum Kongresi, 23 Temmuz 1919’dan 7 Ağustos 1919’a kadar devam etmiştir. Kongre sonunda, 7 Ağustos 1919’da Kongre Heyeti tarafından bir “Beyanname” yayınlandı. Sivas Kongresi, 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında yapılmıştır. 11 Eylül 1919’da “Sivas Umumî Kongre Heyeti” bir “beyanname” yayınlamıştır.

16 Mart 1920’de İstanbul işgal edildi. Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı 18 Mart 1920 günü son toplantısını yaptı ve çalışmalarına ara verme kararı aldı. İstanbul’un işgal edilmesi üzerine Mustafa Kemal, 19 Mart 1920 Heyet-i Temsiliye adına yayınladığı bir tamimle “salahiyet-i fevkaladeyi haiz bir meclisi Ankara’da toplantıya çağırmıştır. “Salahiyet-i fevkaladeyi haiz bir meclis” deyimiyle kastedilen şey, kurulacak meclisin bir “kurucu meclis” olacağıdır. Bu Meclis, Büyük Millet Meclisi adı altında ilk defa 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da toplandı. İşte bu Meclis kuruluşundan aşağı yukarı 9 ay sonra, 20 Ocak 1921 tarihinde Teşkilât-ı Esasîye Kanununu kabul etmiştir. Zaten 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu Büyük Millet Meclisi tarafından üçte iki gibi nitelikli bir çoğunlukla değil, kanunlar gibi adî çoğunluk kuralına uyularak yapılmıştır.

1921 Anayasasının Üstünlüğü ve Katılığı

1921 Anayasasında kendisinin adî kanunlardan üstün olduğunu ilân eden bir hüküm yoktur. Keza, 1921 Anayasası kendi değiştirilişi için bir hüküm de getirmemektedir. O halde 1921 Anayasasının bir “yumuşak anayasa” olduğu, kanunlar gibi değiştirilebileceği sonucuna varabiliriz. Zaten 1921 Anayasası da yine kanunlar gibi nitelikli bir çoğunluk aranmadan yapılmıştır.

Kısalığı ve 1876 Kanun-u Esasîsinin Yürürlüğü

1921 Anayasası 23 maddelik çok kısa bir Anayasadır. 1921 Anayasası 1876 Kanun-u Esasîsini yürürlükten kaldırmamıştır. Aynı anda 1876 Kanun-u Esasîsi de yürürlüktedir.

Anayasa hâkimiyetin kayıtsız, şartsız millete ait olduğunu belirtir, yönetim usulünün hakkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesine dayanır. 1921 Anayasasının 1. maddesinde egemenliğin kayıtsız şartsız Millete ait olduğu vurgulandıktan sonra, 2. maddede yasama ve yürütme yetkilerinin milletin yegâne ve gerçek temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi’nde olduğu belirtilerek yasama organının önemine işaret edilmiştir.

Teşkilat-ı Esasiye Kanunu olarak da bilinen anayasanın ilk şeklinde devlet başkanlığı makamı yoktu. 29 Ekim 1923 gün ve 364 sayılı Teşkilat kanununun bazı maddelerinin tevzihan tadiline dair bir kanunla Cumhuriyet ilan edildi ve Cumhurbaşkanlığı makamı kondu. 1921 Anayasası ile yasama ve yürütmenin TBMM’de toplandığı bir nevi Meclis Hükümeti kurulmuştur. Seçimler 2 senede bir yapılıyordu. Anayasada Meclis Başkanına geniş yetkiler verilmişti.

TBMM Başkanı Meclis adına imza atmaya ve Bakanlar Kurulu kararlarını onaylamaya yetkiliydi. Kuvvetler ayrılığı ve benzeri modern anayasal uygulamaların yer almadığı bu anayasa, her şeye rağmen bağımsızlık savaşının bile bir Meclis tarafından ve bir anayasa uyarınca yönetilmesine aracılık ettiği için önemlidir. Ancak kuvvetler birliği ilkesinin varlığı (madde 2 ve onu pekiştiren madde 3) bu anayasayı çağdaş bir anayasa niteliğinden uzaklaştırmaktadır. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilince yeni anayasa çalışmaları başladı.

 

1924 Anayasası

 

Yeni Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (1924 Anayasası) 20 Nisan 1924 günü kabul edildi. 1924 Anayasası, güçler birliği (yasama, yürütme, yargı) bakımından 1921 Anayasası’na göre daha esnek ve parlamenter rejime yönelik atılmış önemli bir adımdır. 1924 Anayasası, 1961 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.  1924 Anayasası, 1921 Anayasası’nın aksine katı bir anayasadır zira anayasanın üstünlüğü bunu denetleyebilecek Anayasa Mahkemesi benzeri bir kurum olmamasına karşın anayasanın üstünlüğü vurgulanmış, dahası Meclis’te 2/3 çoğunluk aranarak anayasanın değiştirilmesi zor hale getirilmiştir.

 

1924 Anayasasının 3. ve 4. Maddelerinde, egemenliğin kayıtsız şartsız Millete ait olduğu ve Türk Milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin temsil edebileceği ve Millet adına egemenlik hakkını yalnızca TBMM’nin kullanacağı belirtilmiştir. Dolayısıyla 1924 Anayasası’nda TBMM devletin en yüce organı olarak belirlenmiş ve 1925 yılında fiili olarak bir tek parti rejimi benimsenince parlamento tek partinin bir organı haline gelmiştir. Bu anayasanın en büyük eksiklikleri yürütme gücünü dengeleyecek kontrol mekanizmalarının olmayışı ve “devletin dini İslam’dır” gibi çağdaş ve laik demokrasiye aykırı bir maddenin bulunmasıdır.

Ayrıca anayasa hazırlanırken Birinci Meclis’te yer alan muhalif vekillerin önemli bir bölümü tasfiye edilmiş durumdadır. Ancak yine de anayasa hazırlanma sürecinde özgür tartışmalar yapılmıştır. 1924 Anayasası ile devletin yönetim şekli Cumhuriyet olarak ilan edilmiş, dilinin Türkçe, başkentinin Ankara olduğu belirtilmiş, egemenlik millet adına TBMM’de olduğu vurgulanmıştır. “Devletin dini İslam’dır” ibaresi 1928’de kaldırılmış, 1937 yılında da laiklik anayasaya girmiştir.

 

ÇOK PARTİLİ REJİM DENEMELERİ VE SONUÇLARI

 

Demokrasi eğitilmiş toplum düzenidir. İnsan onuruna yakışan en iyi rejim de demokrasidir. Bu rejimde her türlü düşünce savunulabilir ve yayılabilir. Böylece demokrasi değişik görüşlere sahip kimselerin bir araya gelip teşkilatlanmalarına da zemin hazırlar. İşte bu teşkilatlanmış guruplara siyasi parti denir. Zaten demokrasi mücadelesi de ancak siyasi partilerle yürütülür. Mustafa Kemal özgürlük ve demokrasi aşığı idi. O tam demokrasinin gereği olan çoğulcu parlamenter sisteme geçmeyi zaman zaman denemiştir. İlk iş olarak da kendi siyasi partisini kurmuştur.


Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi) 9 Eylül 1923


Cumhuriyet Halk Fırkası yeni Türkiye Devleti’nin ilk siyasal partisidir. TBMM’de II. Grubun giderek güçlenmeye başlaması ve Müdafaa-ı Hukuk grubu liderlerini ( başta M. Kemal) yönetimden uzaklaştırmak istenmesi üzerine, M. Kemal Müdafaa-i Hukuk grubunun siyasal partiye dönüştürülmesini istedi. Anadolu ve Müdafaa-ı Hukuk Grubunun Halk Partisine dönüştürülmesindeki ana amaç meclis çoğunluğunu grubun yayınladığı “ 9 Umde-ilke” etrafında toplamak ve ülkeyi “ulusal egemenlik” doğrultusunda bir siyasal kuruluşa kavuşturmaktır. Partinin kuruluş çalışmaları sırasında (Ağustos 1923) hazırlanan “Parti Tüzüğü” Cumhuriyet Halk Fırkası ’nın ihtilalci- devrimci bir yapıya sahip olduğunu ve yeni Türkiye Devleti’nin çağdaş ve modern bir devlet yapısına kavuşturulmasını esas aldığını belirlemektedir. Parti, 1931 yılına kadar ekonomide liberalizmi benimsemiştir. 1931’den sonra devletçilik ilkesini benimsedi.


1927’deki II. Büyük kongresi ile birlikte, daha sonra Atatürk İlkeleri olacak olan, altı temel ilke önce Cumhuriyet Halk Fırkası tüzüğüne, daha sonra da Anayasa’ya (1937) girerek yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin temel dayanaklarından biri olacaktır. 

 

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası- (17 Kasım 1924- 5 Haziran 1925) 

 

TBMM’de Müdafaa-i Hukuk grubunun karşısında yer alan II. Grup önde gelenleri tarafından Cumhuriyet Halk Fırkası ‘nın uygulamalarına ve yapılan devrimlere karşı oluşturuldu. Kurucuları arasında Kurtuluş Savaşı komutanlarından Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Adnan Adıvar gibi önemli isimler yer almaktadır.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet Halk Fırkası gibi devrimci bir yapıya sahip değildir. Parti, devrimlerin evrimci bir çizgide ve kendiliğinden gelişmesi gerektiğini savunmuş, Cumhuriyet’e karşı tavır almıştır. Parti programında yer alan “Partimiz dini inançlara saygılıdır” ilkesi, Cumhuriyet Halk Fırkası ‘nın dini inançlara saygılı olmadığı gibi bir anlayışın ortaya çıkmasına yol açmış ve devrimlerden zarar görenlerin ve eski teokratik yapının devam etmesini isteyenlerin bir araya gelerek örgütlendikleri bir partiye dönüşmüştür. 

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ekonomide liberal sistemi benimsemiştir. Parti, Şeyh Sait İsyanının çıkmasına neden olduğu gerekçesiyle 5 Haziran 1925’te Takrir-i Sükun Kanunu gereğince kapatıldı. Parti ileri gelenleri İstiklal Mahkemelerince yargılandılar. Suçlu görülenler cezalandırıldı.

 


Şeyh Sait İsyanı – (13 Şubat- 31 Mayıs 1925)

 

13 Şubat 1925’te Elazığ’ın Palu ilçesi Piran Köyünde Şeyh Sait tarafından başlatılan isyan kısa bir sürede Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da yaygınlık kazanmıştır. İsyanın kısa sürede yayılmasının temelinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ’nda örgütlenen rejim karşıtlarının halkın dini inançlarını kullanarak halifelik ve saltanat rejimini geri getirmek istemeleri, ikincisi ise İngilizlerin Musul Sorunu ’nda Türkiye aleyhinde kazanımlar elde etmek için doğuda bir Kürt Devleti kurdurmak istemesidir. Bu istem Şeyh Sait’in İslami bir Kürt devleti kurmak istemesi ile birlikte, isyan çok kısa bir sürede doğuda yaygınlık kazanmıştır. Hatta isyancılar Diyarbakır’ı da kuşatmışlardı. İsyanın bastırılmasında yetersiz ve yavaş kalan Fethi Okyar’ın yerine İsmet İnönü başbakanlığa getirildi. 

 

İ. İnönü’nün başbakanlığı ile birlikte Takrir-i Sükun Kanunu çıkarıldı. Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun kapsamı genişletilerek İstiklal Mahkemeleri yeniden kuruldu. İsyanın yayıldığı bölgelerde kısmi seferberlik ve sıkıyönetim ilan edildi. İsyan Nisan 1925 ortalarına doğru ancak bastırılmaya başlandı. 14-15 Nisan 1925’te Şeyh Sait başta olmak üzere isyanın elebaşılar ve Kürt Teali Cemiyeti yöneticileri tutuklanarak İstiklal Mahkemelerine sevk edildiler. İsyan bastırıldıktan sonra, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası isyanın çıkmasından sorumlu tutularak 5 Haziran 1925’te kapatıldı. Böylece çok partili demokratik yaşama geçiş için atılmış olan ilk önemli adım daha doğmadan bastırılmış oldu. Musul Sorunu İngilizlerin lehine çözümlendi. Laikliğin henüz tam olarak topluma yerleşmediği görülerek tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı. 


İzmir Suikast Girişimi – 1926

 

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılınca cumhuriyete ve devrimlere karşı olanlar M. Kemal’in ortadan kaldırılması ile amaçlarına ulaşabilecekleri düşüncesiyle M. Kemal’ e İzmir gezisi sırasında bir suikast düzenlemeyi planladılar. Ancak suikastçıları deniz yoluyla ülke dışına kaçırmak için anlaştıkları kayıkçının olayı ihbar etmesi üzerine suikast girişimi başarısız oldu. Suikast girişimine adları karışan birçok rejim karşıtı ve İttihat ve Terakki Cemiyeti eski üyesi İstiklal Mahkemelerinde yargılanarak cezalandırıldı.

 


Serbest Cumhuriyet Fırkası – (12 Ağustos- 18 Aralık 1930) 

 

Takrir-i Sükun döneminin toplumda, basında ve TBMM’de oluşturduğu ve giderek yaygınlık kazanmaya başlayan huzursuzlukların çözümünün çok partili siyasal yaşama geçmekle bulunabileceğinin anlaşılması üzerine Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Böylece, cumhuriyetin en belirgin nitelikleri olan halk egemenliğine ve laikliğe bağlı kalma koşuluyla ılımlı ve güvenilir kişilerin öncülüğünde kurulacak ikinci bir partinin kimi sıkıntıları gidereceği ve Cumhuriyet Halk Fırkası’ nın olduğu kadar hükümetin de daha etkin bir biçimde denetlenebileceği düşünülüyordu. Bu nedenle, Atatürk yeni bir partinin kurulması için doğrudan harekete geçerek bu sırada Paris Büyükelçisi olarak görev yapan Fethi OKYAR’ ı serbest Cumhuriyet Fırkası’ nın kurmakla görevlendirdi. Okyar’ın dile getirdiği endişeleri de ortadan kaldırmak için kardeşi Makbule (Atadan) Hanım’ın da bu partinin kurucu üyeleri arasına katılmasını sağladı.

Serbest Cumhuriyet Fırkası’ nın, kuruluş bildirgesinde devrimlere bağlı kalacağını ve laikliğe aykırı davranmayacağını ilan ediyordu. Ancak, devrimlere karşıt olan kişiler Takrir-i Sükun Kanunu’nun yarattığı baskı ortamı nedeniyle büyük bir suskunluğa girerek etkinliklerini gizlice yürütmeye çalışmışlardı. Serbest Cumhuriyet Fırkası’ nın kuruluşuyla birlikte bu kesim kolayca örgütlenebilecekleri bir ortama kavuşmuş oldular ve kısa bir süre sonra parti içinde etkin olmaya başladılar.

 Bu süreçte parti yönetimi ile taşra teşkilatı arasındaki bağ kopmaya başladı ve rejim karşıtları parti yönetimini dinlemez oldular. Fethi Bey’in yurt gezileri rejim karşıtları tarafından kısa bir süre içinde cumhuriyete ve devrimlere karşı bir gövde gösterisi haline getirilmeye başlandı. Bunun üzerine Fethi Bey, Parti’yi kontrol edemeyince, 18 Aralık 1930’da Partinin kapatıldığını ilan etti. SCF, ekonomik model olarak liberal sistemi benimsemiştir. 

 

Menemen Olayı – (23 Aralık 1930)

 

Serbest Cumhuriyet Fırkası’ nın kapatılmasından sonra iyice denetimden çıkan rejim karşıtları Nakşibendi şeyhlerinden Derviş Mehmet ve arkadaşları tarafından Menemen’de bir isyan çıkarıldı. Derviş Mehmet ve altı arkadaşı Menemen Camiinde sabah namazını kıldıktan sonra Sancak-ı Şerif açtıklarını belirterek Halifelik ordusunun Menemen’e doğru yola çıktığını, Menemen halkının da bu orduya katılması gerektiğini, halifelik ordusunun Ankara’ya doğru yürüyerek saltanatı ve halifeliği geri getireceğinin propagandasını yapmaya başladılar.

 

Bunun üzerine olayı haber alan Yedek Subay Öğretmen Kubilay, eğitimden dönen askerleriyle birlikte isyancılara müdahale etmek istedi. İsyancılar kendilerine manevra fişekleriyle ateş edilince daha da cesaretlendiler. Kubilay ve bekçiler Hasan ve Şevki Beyler isyancılar tarafından öldürüldü. Olayın büyümesi üzerine bölgeye gönderilen takviye birliklerle isyan bastırıldı. İsyancılar ve bazı Menemenliler İstiklal Mahkemelerinde yargılanarak cezalandırıldılar. İsyanın bastırılmasından sonra Menemen halkını bölgeden göç ettirmek için yasa tasarısı hazırlanmışsa da daha sonra bundan vazgeçilmiştir. Bu olaydan sonra, bir daha 1946’ya kadar çok partili demokratik yaşama geçiş denemeleri yapılmadı.

 

 

SONUÇ

 

            Osmanlı devletinden cumhuriyete uzanan meşakkatli yolda Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının karşılaştıkları sorunlar karşısında, sorunların üstesinden profesyonelce gelmesi ve her çıkan sorundan kendilerinin de bir ders çıkardığını görüyoruz.

 Aslında yapılan yeniliklerin toplum için ne kadar faydalı olduğunu benimsenmesinin biraz zaman aldığı için çeşitli derece de sorunlar atlatılmış ve her sorun ardından bir yenilik doğurmuştur.

Atatürk Türk ulusunun ilerlemesinin sürmesi ve bunu sağlamaya dönük olan ilke ve inkılapların güvence altına alınmasını sağlamıştır. Yapılan inkılaplar sürekli aslında yenileşmeyi ifade etmektedir.

Dünyadaki teknolojik gelişmelerin dışında kalan ve hatta bu gelişmelere üretim anlamında katkı sağlamayan toplumların gelecekte edilgen olacaklarına kuşku yoktur. Dünya ölçeğinde söz sahibi olabilmek için sürekli devrim başka bir deyişle sürekli yenileşme idealinden vazgeçilmemelidir. Bunun için salt tüketen değil, üreten bir toplum yapısı oluşturulmalıdır.

Atatürk’ün yaptığı inkılaplara toplu olarak bakarsak siyasi alanda veya diğer alanlarda yapılan inkılapların aslında Türk milletinin çağdaş medeniyetler seviyesine yani layık olduğu yere çıkarılmasıdır.


1 yorum:

  1. Bu siteyi yeni keşfettim. Hocalar ve öğrenciler aynı platformda yazıyor. Çok güzel bir düşünce. Muhammet bey sizide tebrik ediyoruz.

    YanıtlaSil

Sayın takipçilerimiz hakaret etmeden yorumlarınızı yapabilirsiniz.

Post Top Ad

Your Ad Spot