Kâtip Çelebi’nin Penceresinden Osmanlı Devlet ve Toplum
Giriş
Kâtip Çelebi’nin hayatı ile ilgili gerek Osmanlı gerekse
Cumhuriyet dönemlerinde birçok araştırma yapılmış olsa da[1]
, biz hayatı hakkındaki en ayrıntılı bilgileri kendi eserleri olan
Mizanüʹl-Hakk Fî-İhtiyâriʹl-Ehakk ve Süllemüʹl-Vusûl İlâ-Tabakâtiʹl-Fuhûl
kitaplarından öğreniyoruz.
Kâtip Çelebi, Osmanlı devrinin duraklama yıllarına rastlayan
XVII. Yüzyılın başlarında, 1609ʹda İstanbul Fatih’te doğdu.[2]
Asıl adı Mustafa olmasına rağmen, devlet dairesindeki kâtiplik görevinden
dolayı “Kâtip Çelebi”, hacca gittiği için de “Hacı Halife” (Kalfa) olarak
tanınmıştır. Babası Abdullah, askeriye sınıfında silahtarlık yapan bir kişiydi.
Kâtip Çelebi 1622ʹde Divan-ı Hümayun kalemlerinden Anadolu Muhasebesi Kalemine
şakirt (stajyer memur) oldu. Burada maliye kayıtlarının tutulmasında kullanılan
Siyakat yazısını, divani rakamları ve hesap işlemlerini öğrendi. Öyle ki, kısa
zamanda hocasını bile geride bıraktı. 1623ʹte ordu ile birlikte mesleği icabı
Tercan seferine, 1625ʹte Bağdat seferine gitti. Aynı yıl Baş Mukabele Dairesi
şakirtliğine getirildi. Sefer dönüşünde Musul’da babasını, Nusaybin’de amcasını
kaybetti. Diyarbakır’a geçerek burada bir süre kaldı. Süvari alayının yoklama
ve hesap işlemlerini gören Süvari Mukabelesine tayin edildi. 1627ʹde İstanbul’a
gelerek Kadızade Mehmet Efendi’nin[3]
Fatih Camiindeki derslerine katıldı. 1628ʹde Erzurum kuşatmasına katıldı ve
ardından İstanbul’a dönerek Kadızade’den ders almaya devam etti. Bu sohbetler
onun ilmî araştırma arzusunu daha da güçlendirdi. 1629ʹda Hemedan ve Bağdat
seferlerine iştirak etti. 1631ʹde İstanbul’a gelerek tekrar Kadızade’nin
sohbetlerine katıldı. Kendisinden o dönem medreselerinde ders kitapları olan
bazı dini eserler okudu.[4]
1633ʹte ordunun Halep’te konaklamasını fırsat bilerek hacca gitti. 1634ʹte son
seferi olarak IV. Murat ile Revan seferine iştirak etti. On yıllık sefer
hayatından sonra, kendi deyimiyle artık “küçük cihattan büyük cihada”, yani
askerle yapılan savaştan cehaletle yapılan savaşa döndü. Kâtip Çelebi için asıl
ilim hayatı bundan sonra başlayacaktır.
Kâtip Çelebi, İstanbul’a gelirken Halep’teki sahaflardan
incelediği kitapların adlarını kaydetti.[5]
İlmî kitaplardan daha çok tarih, tabakât (meşhur kişilerin hayat ve eserlerini
anlatan kitaplar) ve vefeyât (meşhur kişilerin ölüm tarihlerini gösteren
eserler) kitaplarına merak salmış, bunun da yaratılışındaki meyilden dolayı
olduğunu açıklamıştır. Kâtip Çelebi, Mizanüʹl-Hakk Fî-İhtiyâriʹl-Ehakk, s.98. İstanbul’a
geldiğinde kendisine miras yoluyla kalan paranın çoğunu kitaplara verdi ve bu
arada evlendi. Bir yandan öğrendiği bilgileri öğrencilerine aktarırken, bir
yandan da A’rec Mustafa Efendi, Kürt Abdullah Efendi, Keçi Mehmed Efendi ve
Veli Efendilerden dersler aldı.[6]
1645ʹte Girit Seferi vesilesiyle denizler ve haritalar
üzerine araştırmalar yapan Çelebi, bir sene sonra devlet dairesinde yetkili
olan Mukabele Baş Halifesi ile tartıştı ve rütbe yükseltilme isteğinin
reddedilmesi nedeniyle üç sene memuriyetten uzak kaldı. Bu süre zarfında okuma
ve yazma ile uğraştı. Bir ara rahatsızlandığı sebebiyle ile tıp ilmiyle de
iştigal etti. Ali Kuşçu’nun ünlü matematik eseri “Muhammediye”yi okudu. Yıldız
haritalarından takvim bilgisini öğrendi. Yazdığı “Takvimüʹt-Tevarih” isimli
eseri dönemin şeyhülislamı Abdürrahim Efendi tarafından Sadrazam Koca Mehmed
Paşaʹya takdim edildi ve bu vesile ile ara vermiş olduğu memuriyet görevine
ikinci halife[7] olarak
geri döndü. (1649).Bundan sonra vefatına kadar kitap telifiyle uğraşan Kâtip
Çelebi, 1657ʹde vefat etmiştir. Mezarı İstanbul’un Fatih İlçesindeki Unkapanı
semtindedir.
Kâtip Çelebi, hem tarih, coğrafya, biyografi, bibliyografi,
otobiyografi, tasavvuf, terbiye, tıp, etnoloji, şeriat, ahlak gibi birçok
konularda telif ve ansiklopedik eserler meydana getiren bir yazar, hem de
dönemindeki siyasi, dini ve toplumsal meseleleri ele aldığı eserlerle de önemli
bir düşünür olarak karşımıza çıkmaktadır.[8]
Akla ve ilme değer veren, ancak taklitçiliğe ve taassuba karşı çıkan Kâtip
Çelebi hakkında çağdaşları arasında sadece Şeyh Nazmi Efendi eleştirel bir dil
kullanmış[9]
bunun haricinde kişiliği hakkında olumsuz bir değerlendirilme yapılmamıştır.
Şehrîzâde[10] ve
Naima gibi tarihçiler eserlerinde ondan faydalanmışlardır. Muallim Cevdet,
Kâtip Çelebi adına bir anıtın dikilmesi gerektiğini söyleyerek Anadolu
coğrafyası için yazdığı eserleri övmüştür.[11]
Franz Babinger en büyük Osmanlı tarihçisi olarak nitelendirdiği Kâtip
Çelebiʹyi, altmış senelik ömrüne birçok ilimde yaklaşık 600 eser sığdırmış olan
Mısırlı âlim Celaleddin Süyutiʹye benzetmektedir.[12]
Kendisinin ifadesiyle Hanefi mezhebi ve “İşraki”[13]
meşrebinde olan Kâtip Çelebi akıl yoluyla ve nefisle savaşarak gerçeğe
ulaşılabileceğini belirtmiştir. Muhakemeye eserlerinde büyük önem vermiş,
aşırılıklardan uzak kalarak orta yolu bulmaya çalışmıştır. Herkesin hata
yapabileceğini kabul ederek, ele aldığı konularda olabildiğince tarafsız kalmaya
çalışmıştır. Kâtip Çelebi, eserlerinde taassup ve hurafelere karşı büyük bir
mücadele vermiştir. Doğru bildiği şeyi büyük bir cesaretle çekinmeden söylemiştir
ki, bu onu çağdaşlarından farklı kılan özelliklerden biri olmuştur.[14]
Bu olgunluk ve farklılığa onu ulaştıran sebeplerin başında, hiç şüphesiz klasik
medrese tahsili görmeyerek, resmi görevi kalemiyede olduğu halde kendi
gayretleriyle ilim öğrenmiş olmasıdır. Eğer diğer ilmiye sınıfı hocaları gibi
sadece medrese tahsili görseydi, kendisini muasırlarından ayıran araştırıcı ve
sorgulayıcı metodunu belki de geliştiremezdi.
Bilindiği gibi, Osmanlılardan önce de hükümdarlara yönelik
tavsiyeler içeren nasihatnamelerin kökeni Antik İran medeniyetine kadar
dayanmaktadır. Bu eserlerde, devlet adamlarına veya doğrudan hükümdara devlet
yönetimi konusunda tavsiyeler verilirdi. Bu açıdan söz konusu eserler,
araştırıcılara yazıldığı dönemin ve ülkenin “yönetim felsefesini” yani yöneten
ve yönetilen arasındaki ilişkinin esaslarını anlamak açısından önemli ipuçları
verirler. Osmanlı müelliflerinin de Devletin gerilmesine yönelik yazdıkları
eserler genel olarak nasihatname türü kapsamında değerlendirilir. XVI. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren Osmanlı bürokratları tarafından reform önerileri
içeren ve devletin yeniden ihyasını amaçlayan çok sayıda eser kaleme
alınmıştır. Bu eserlerde, müellifler gerilemenin sebeplerini derinlemesine ele
almışlar ve çeşitli çözüm önerileri sunmuşlardır. Osmanlı Düşünce Dünyası’nda
önemli bir şahsiyet olan Kâtip Çelebi tarafından da bu anlamda reform önerileri
içeren ve devletin yeniden ihyasını amaçlayan eserler kaleme alınmıştır. Kâtip
Çelebi XVI yüzyılın önde gelen, daha sonraki asırlarda adından söz ettiren ve
günümüze yansıyan eserleri sayesinde hala güncel meselelere fikirleriyle ışık
tutabilen bir düşünür ve bilim adamıdır. Bir Osmanlı aydını olarak Kâtip
Çelebi, reformist görüşleriyle hem o günkü meselelere ışık tutmuş, hem de ileri
görüşlülüğü ile toplumun her dönemde karşılaşılması muhtemel problemlere,
yaşadığı asrın bakış açısının üstünde bir bakışla, çözümler üretmeye
çalışmıştır.
Kâtip Çelebi aynı zamanda Osmanlı devri Türk ilim tarihinin
en büyük bibliyografyacısı ve coğrafyacısıdır. Sosyal ilimlerde dünyaca
tanınmış, günümüz araştırmacı tarih anlayışı çerçevesinde belgelere dayalı
olarak ve belirli bir metodoloji çerçevesinde birçok ilim dalında nitelikli
eserler vermiştir. Onu diğer meslektaşlarından ayıran en önemli özellikleri;
eserlerini çok titiz bir şekilde ve kaynaklara dayandırarak kaleme alması,
eleştirel yöntem ve objektif bakış açısına son derece riayet etmesi,
kitaplarında Batı dünyasına ait bilimsel eserlere başvuran ilk Osmanlı aydını
olmasıdır. Bu bakımdan, eserleri, bu gün hala üzerinde görüş farklılıklarının
olduğu birçok konuya ışık tutar niteliktedir. Bu çalışmadaki amaç, Kâtip
Çelebi’nin birey, toplum ve devlet hayatına dair görüşleri ve düşüncelerini ele
alarak onu anlama, yaşadığı dönemi öğrenme ve eserleri üzerinden o dönemin
meseleleri ile günümüze yansımalarını değerlendirmektir.
Kâtip Çelebi ve
Devlet Hayatı
Kâtip Çelebi bir ilim insanı olarak, devlet meselelerine ait
konularda görüşlerini belirtmekten çekinmemiştir. Kendisine göre eksik veya
yanlış olan herhangi bir meseleyi uygun ve ciddi bir üslup ile kaleme almış, en
önemlisi bunlara ilişkin çözüm yollarını da ortaya koymuştur. Bu amaçla devlet
yönetimi hakkında yazmış olduğu tek eser DüsturüʹlAmel isimli risalesi olsa da,
farklı eserlerinde de yeri geldiğinde devlet düzenine ilişkin değerlendirmeler
yapmıştır. Eserlerinde devletin sosyolojik bir tanımını yapmakta ve devletin
devamını insanlar için dünya huzur ve saadetinin en önemli şartı saymıştır.
Kâtip Çelebi hem devletin ayakta kalması için gereken tedbirleri sıralamış, hem
de devletin çöküşüne sebep olabilecek hususları eserlerinde açıkça ortaya
koymuştur. Çalışmalarını oluştururken çok okuyan ve gelişmeleri takip eden
birisi olarak özellikle devlet felsefesi ile ilgili, o dönemde, Osmanlı
tarihçileri üzerinde etki eden İbn-i Haldun’dan da etkilenmiş ve yararlanmış
olduğunu söylemek gerekir.
Devlet Yönetimi
Kâtip Çelebi, Mizanü’l-Hak fi İhtiyari’l-Ahak adlı eserinin
“öğütler” bahsinde, yönetim konusuna ilişkin olarak, padişahlara değinirken, onların
farzları ve vacipleri yerine getirmelerinin gerekliliğinden, İslam inançlarını
bilecek kadar din ve ilim konularıyla donanımlı olmaları lüzumundan bahseder.
Padişahların ilm-i hal’i olarak belirttiği hazine, asker ve halkla ilişkilerin
bilinmesi gerektiğini özellikle vurgular. Hükümdarın tarih okuyarak geçmiş
dönemlere ilişkin tecrübelerden yararlanmalarını ister. Hükümdarların halkın
örf ve ananelerini öğrenerek gerektiğinde yumuşak bazen de sert yöntemlerle kanunları
uygulamalarını öğütler.[15]
Kâtip Çelebi, devlet idaresinin iyi işlemesi için bürokratların uyum içerisinde
hareket etmeleri gerektiğini vurgulamaktadır.[16]
Özellikle Müslümanların birbirlerine karşı yumuşaklıkla davranmalarını,
birbirlerine aykırı davranmalarının önüne geçilmesini, aralarındaki kavgaların
iyilik ve anlayışla halledilmesi ve sonlandırılmasını önemsemektedir.[17]
Kâtip Çelebi, Allah’ın buyruklarını yerine getirmede, savaş ve mücadele
halindeyken gevşeklik gösterilmemesi konusunda yöneticilere uyarılarda
bulunmakta, böylece bir padişahın ve bir bakıma ülkeyi yönetenlerin hangi
vasıflarda olmaları gerektiğini açıklıkla belirtmektedir.[18]
Kâtip Çelebiʹye göre devlet, mülk ve saltanat demektir ve insanların
örgütlenmesiyle oluşur. Bu sistem Hz. Âdem’den günümüze kadar bir süreç olarak
devam edegelmiştir.[19]
Âlemin düzeni ancak adaleti sağlayacak bir devlet kurumunun olmasıyla
sağlanabilir. Allah, insanlar arasına koyduğu kanun gereğince onların içinden
bir sultan tayin etmiştir.[20]
Bütün bir toplumu insan bedenine benzetirsek bu bedenin ruhu hükmünde olan
sultan,[21]
iyi ile kötüyü birbirinden ayıran, akıl melekesi mesabesindeki vezirleri
sayesinde yeryüzünde asayişi sağlayarak, asiler ve düşmanları cezalandırarak
insanların arasındaki düzeni ve adaleti sağlar. Bunu yaparken idrak yetisi
yerine geçen müftülerden de yardım almalıdır.[22]
Allahʹın bu düzeni “Mülkü dilediğine verirsin”[23]
emrine göre hareket eder ve gururlanan zalim hükümdarlar Allah tarafından
saltanattan alaşağı edilerek görevlerinden uzaklaştırılır.[24]
Kâtip Çelebi, İbn-i Haldunʹun toplum nazariyesini esas
alarak devlet ve toplumun yapısını insan vücudundaki döngüye benzetmekte ve
gelişme, duraklama ve çöküş devirlerine ayırmaktdır. Devlet insanlardan
müteşekkil bir yapı olduğundan insanda görülen bu devirler sırasıyla büyük bir
insan sayılan devlette de görülecektir. Her devrin kendisine has bazı
alametleri vardır. Bu işaretlere bakıp önceden tedbir alarak, döngü tamamen yok
edilemese de devletin bekası uzayabilir. Bu noktada Kâtip Çelebi, her ne kadar
İbn-i Haldun gibi devlet ve toplum hayatına ait kanunların, tıpkı evrendeki
değişmez kurallar gibi sabit olduğunu kabul etse de, insan iradesinin de bir
hareket alanı olduğunu ve olaylar üzerinde kısmen de olsa insana tasarruf hakkı
verildiğini savunmuştur. Bu yönüyle de Kâtip Çelebi İbn-i Haldunʹun tarihî
kadercilik anlayışından ayrılmıştır.[25]
Devletin çöküş dönemi insandaki yaşlılık devrine benzer.
Nasıl ki yaşlılık döneminde duyu ve organlar gerilemeye başlar ve vücut
zayıflarsa, devlet de çöküşe yaklaştıkça idare edenlerden yanlış kararlar ve
isabetsiz tedbirler ortaya çıkar. Devletin devamının şartlarından olan yöneten
ve yönetilen sınıfı bozulur. Kâtip Çelebi bu bozulmayı, insanın yaşlılık
alameti olan saç ve sakalının beyazlamasına benzetir. Devletin zayıflamasının
sebeplerini Kâtip Çelebi şu nedenlerle açıklar: Düşmanların kuvvetlenmesi,
paranın azlığı, hazinenin bozulması (Mali düzen), asker ve halk arasında
düzenin sarsılması gibi sıkıntılar ve bunlara karşı yönetimin etkin tedbirler
almaması. Bu durumda ilk önce aksayan unsurlar tespit edilmeli, sonra da
“Kanun-ı Kadim”e başvurulmalı ve uygulama buna göre yapılmalıdır. Örnek olarak
ta Katip Çelebi, “Osmanlı ülkesinin yüce padişahları Yavuz Sultan Selim ve
Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde problemler tespit edilip şeriat kurallarına
göre yerinde ve uygun kanunlar çıkarılmış, böylece devletin temelleri
sarsıntılara dayanıklı hale getirilmiştir” der. Kâtip Çelebi kendi yaşadığı
dönemi bu dönemle kıyaslayarak, sonra gelen yöneticilerin eskilerin yolundan
ayrılıp, sorunları çözecek kanunlar çıkarmak yerine, alışılagelen ve uygulanan
kanunları aynen muhafaza ettiklerini, bundan dolayı da devletin zayıfladığını
söylemiştir.[26]
Devletin zayıflamasının belirtilerinden biri de devlet
erkânında şatafata meyletme ve israfın ortaya çıkmasıdır. Ziynet ve rahatlık
arttıkça eski güç kalmaz, toplumun her tabakasında makam ve rütbe derdi başlar;
özellikle orta sınıf devlet erkânı gibi süslü giyinerek onlara benzemeye
çalışır. Rahatlık adet haline geldikçe devlet erkânı barışın rahatını savaşın
zahmetine tercih eder, böylece memleket korunaksız kalmış olur. Bu gibi bozulma
alametlerine karşı, devleti yönetenler, aynı insan hastalandığında doktora
gittiği gibi, çareler aramalıdır. Yoksa bir insanın bilerek zehir içmesi gibi
devlet, kaçınılmaz sonu kendi ayağına getirmiş olur.[27]
Kâtip Çelebi’ye göre “kan döken ve halkın rızkını kesen
hükümdar kısa ömürlü olur. Devleti kuran kişi eğer sağlığında otoriteyi tesis
edemezse o kişi devletinin yıkılışını görür.” Yine ona göre, “babasını
öldürerek tahta geçen kişi altı ay veya en geç bir sene içinde tahtından olur.
Bir vezir veya vali, padişahı kendisi tahta geçirirse, ölümü de o padişahın
elinden olur.” Ayrıca “her devlette altıncı sırada padişah olan kişi çoğunlukla
tahttan indirilmiştir.”[28]
“Dolayısıyla hükümdarın birçok konuda dikkatli olması gerekir. Hükümdar
askerleriyle ittifak halinde olup fitneleri ortadan kaldırmalıdır. Devletin
gelişmesi hükümdarın ve yardımcılarının sağlam fikirlerine ve devletin
devamlılığı için birlikte çalışmalarına bağlıdır. En önemlisi devletin düzelmesi
için ümidi asla yitirmemelidir.” Buna örnek olarak Timur ve Celali gailelerini
gösterir ve o devirlerde nasıl güzel tedbirler alındıysa bundan sonra da
tedbirlerle düzenin sağlanabileceğini belirtir.[29]
Adalet ve Hukuk
Kâtip Çelebi devletin devamının şartı için tatbik edilecek
kanunlardan bahsederken dine göre bir sınıflandırma yapar. İslam hükümdarları
ancak şeriat kanunlarına uyarak saadeti bulur. Aksine nefsine uyarsa cezasını
“rezillikle” görür. Gayrimüslim melikler ise akıl kanunlarına uydukları ölçüde
devletlerini devam ettirebilir. “Dünya küfür ile yıkılmaz zulüm ile yıkılır
dedikleri darbı mesel bundan neşet etmiştir.” Eğer bir devlette şeriata ve akla
aykırı işler yapılırsa o devlet kesinlikle zeval bulacaktır.[30]
Kâtip Çelebi hükümdarların özelliklerinden bahsederken
adalet kavramını özellikle vurgulamıştır. Arapça Fezlekeʹde anlatıldığı üzere,
hükümdar bilmelidir ki gerçek padişah Allahʹtır. Kendisi Oʹnun yeryüzündeki
halifesidir. Bundan dolayı Allahʹın kainatta koyduğu kurallara riayet etmeli,
hak ve adalet üzere devleti devam ettirmelidir. Gerçek sultan, vergiyi
halkından ancak haklı ve adil olarak almalı ve hak ettiği yere vermelidir.[31]
Askerlik ve Savaş
Askerlik işleri Kâtip Çelebi’ye göre bir padişahın bilmesi
gereken ve onun ilm-i hal’i olan üç konudan birisidir. Bu üç konu; askerlik,
hazine ve halkla ilişkilerdir.[32]
Yine Kâtip Çelebi savaşta gevşeklik göstermeyi hiçbir şekilde doğru bulmaz ve
padişahlarla devlet yöneticilerine bu konularda uyarılarda bulunur.[33]
Dünyada padişahların başına buyruk hareket etmeleri davası için mücadeleye
giriştiklerini ve her çağda bu nedenle savaşların eksik olmadığını söyleyen
Kâtip Çelebi, bunun kaynağını da benlik duygusuyla açıklar ve bir bakıma
savaşların asıl sebebini ortaya koymaya çalışır.[34]
Askeri sınıfı beden ve toplum karşılaştırmasına dayanarak
insan balgamına benzeten Çelebi, bir tespitinde bu sınıfın sayısal bir
değerlendirmesini yapar. Ona göre, nasıl fazla balgam insan vücudunun
yaşlılığına alamet olup solunumunu aksatırsa, asker sayısının fazlalığı da
devletin maddi zayıflığına sebep olur. Ancak askerin fazlalığı devlet için o
kadar da sakıncalı değildir ve maaşların uygun bir şekilde düşürülmesiyle
problem çözülebilir.[35]
Devletin devamının şartı Katip Çelebi’ye göre güçlü bir
orduya sahip olmaktır. Askerlerin eski tecrübelerden yararlanıp tarih ilmine
vakıf olmasını tavsiye eden Çelebi, tedbirlerin eksik alınmasıyla ortaya çıkan
başarısızlığın alınyazısına havalesini onaylamaz. Çünkü askerler tasavvuf
şeyhleri gibi keramet sahibi değildir, tedbiri aldıktan sonra tevekkül etmek
gerekir. Buna bir örnek olarak da savaş taktiklerinden bahseder. İran savaşı ve
Girit kuşatmasında, ilk başta hükümet merkezi alınamadığı için diğer yerlerin
ele geçirilemediğini, bunun da başarısızlığı getirdiğini örnek olarak verir.
Hâlbuki tarihten ders alınıp Malta yenilgisi bilinseydi, aynı hataya
düşülmeyecekti.[36] Yine
hücum başlamadan ön kontroller yapılmalı ve askerler savaş sırasında nizamî
olup düzeni bozmamalıdır.[37]
Bu gibi maddi tedbirlerden sonra komutanlar manevi vasıtalara da başvurabilir.
Örneğin Katip Çelebi, “Preveze Deniz Savaşında Kaptan-ı Derya Hayreddin Paşa
rüzgarın karşı taraftan esmesinden dolayı Kurʹan-ı Kerimʹden iki ayeti
kağıtlara yazarak geminin iki tarafına bırakmış, bunun üzerine Allah’ın emriyle
rüzgar dinip düşman gemilerini durdurmuştur.”[38]der.
Savaşlarda ilk önce düşman tarafının gücü ve durumu tespit
edilmelidir. Eğer barış mümkünse savaş yapılmamalı, savaşa komutanlar
başlamamalı, asker yeteneğine göre kullanılmalı, savaşırken bozguna uğrama
ihtimali varsa geri çekilmelidir. İnebahtı yenilgisi bu noktada ibretlerle
doludur.[39]
Askeri seferlerde dikkat edilmesi gereken bir diğer husus,
ordunun başındaki komutanın yetkin birisi olması gerektiğidir. Bazı büyük işler
vardır ki, onun üstesinden ancak padişah gelebilir, vezir veya serdarların işi
değildir. 1568ʹde Ejderhanʹa (Astarhan) yapılan sefer sırasında, Orta Asya’daki
Türklere yardım etmek maksadıyla planlanan Don-Volga projesi gündeme gelmiş,
arası altı mil olan iki nehrin birleştirilmesi için kazılar başlamasına rağmen,
dirayetli komutanlar olmadığından toprağın ancak üçte biri kazılmış ve kışın
çok soğuk olacağı söylentisiyle proje yarım kalmıştır.[40]
Kâtip Çelebi, Girit Seferi ile ilgili yazdığı kitapta deniz
savaşları ve donanma terimleri hakkında genel bir malumat vermiştir. Osmanlı
Devletinin yüceliğinin iki deniz ve iki karaya hükmetmek olduğunu söyleyerek
denizleri kontrol etmenin önemini belirtmiş, donanma komutanının (kapudan paşa)
deniz savaşları hususunda tecrübeli kimselerle istişare etmesini, eski
seferlerden ibret alınmasını ve reislerin deniz ilmini bilmesini gerektiğini
söylemiştir.[41]
Rüşvet, Kayırmacılık ve Ekonomik Durum
Kâtip Çelebi rüşveti, “hakem yerinde olan bir kimseye veya
başkasına, kendisi açısından bir muradını elde etmek için kendi lehine bir
hüküm sağlamak amacıyla söz konusu kişilere verilen karşılık” olarak tarif
eder.[42]
Rüşvetin bir diğer tarifi olarak da Seyyid Şerif Cürcani’nin[43]
tanımlamasını kullanmış ve rüşveti “hakkı boşa çıkarma ve batılı haklı kılma”
olarak tanımlamıştır.[44]
Rüşvetin Kur’an ve sünnette de haram olduğunu belirten Kâtip
Çelebi, “Aranızda birbirinizin mallarını, haksız sebeplerle yemeyin ve kendiniz
bilip dururken insanların mallarından bir kısmını günahı mucip yollarla yemeniz
için o malları hâkimlere aktarma etmeyin” cümlesini delil olarak
göstermektedir.[45]
Rüşvetle ilgili çeşitli kaynaklara atıf yapan Kâtip Çelebi
bu kaynaklardan hareketle rüşvetin dört bölümde incelenebileceğini
belirtmektedir.[46] İlk
olarak hem verene hem de alana haram olandan bahseder ve örnek olarak kadının
makam ve mevki için rüşvet vermesini gösterir. Bu durumda kadılığının geçersiz
olması ve her iki tarafa da haram oluşunu belirtir. Bu, kısaca kadılık veya
beylik almak için verilen rüşvettir.
İkinci olarak hüküm vermek için alınan rüşvet örneği
belirtilir. Kadının doğru veya yanlış hüküm vermesi durumunda bile hüküm
işlemez ve bu durumda yapılan karşılıklı olarak haram olur. Üçüncü olarak
almanın haram vermenin caiz olduğu durumdur. Buna göre mal, can veya namus
korkusu nedeniyle verilen rüşvette alan kişi için haram veren için haram olmayan
durumu belirtir. Üçüncü türe bir örnek de zalim bir kişinin masum olan birinin
malına tamah etmesi sonucu malın bir kısmının verilerek kalanın kurtarılmasının
kişiyi günahkâr etmeyeceğidir.
Kâtip Çelebi rüşvet ile dönen işlere ilişkin olarak kendi
hayatından da örnek verir. Ünlü eseri Fezleke’nin fihristi yerinde olan
Takvimü’tTevarih’in tamamlanmasından sonra (1648) şeyhülislam Abdürrahim
Efendi’nin veziriazam Koca Mehmed Paşa’yı konudan haberdar etmesi ve başarılı
bulduğu Kâtip Çelebi’nin çalışmaları ve gayreti karşılığında ödüllendirilmesini
istemesi bahsi önemlidir. Burada Kâtip Çelebi’nin karşısında olan kişilerin
Koca Mehmed Paşa’ya bol para vererek onun ikinci kez halifeliğe atanmasının ret
edilmesini istediklerini ve buna yönelik çaba harcadıklarını belirtirken bu
uğraşların bir karşılık bulmadığını, ilmin ve teveccühün onların parasına üstün
geldiğini aktarmaktadır.[47]
Kâtip Çelebi’ye göre halk arasında rüşvetin haram olduğu
yaygın bir inanıştır. Fakat ne türlü rüşvetin haram olduğu pek bilinmez.
Bilenler ise kavgaya meydan vermemek için gizlice alırlar ve verirler. Dünyada
bir zararını görmeyeceği düşüncesi ile genellikle kabul edildiğini belirtmekte
ve etmeyenlerin de dindarlığından veya Allah korkusundan olmayıp hazmının zor
olmasından dolayı halkın dilinden korktukları için bundan uzak durdukları
düşüncesindedir.[48]
Geçmiş dönemlerde iş başında bulunan Müslümanların ve
padişahların rüşvet konusunda var olan sakıncayı ortadan kaldırmak, buna meydan
vermemek ve devletin yıkılmasına kadar gidebilecek olan sebepleri önlemek için
mutlaka rüşvet kapısını sıkıca kapayıp kanuna göre iş gördüklerini belirten
Kâtip Çelebi şimdi de ona göre davranmak gerektiğini söylemektedir.[49]
Netice olarak Kâtip Çelebi geçmiş adaletli ve kanunların
işlediği dönemleri örnekleyerek rüşvet kapısının kapatılması ve kanunlarla
işlerin yürütülmesinin bu tür eğilimleri ve devletin yıkılışına kadar gidecek
sakıncaları ortadan kaldıracağını belirtmektedir.
Kâtip Çelebi ekonomik yapıdan bahsederken de bir dizi
benzetmelere başvurmuştur. Bir devlette hazine bedendeki mide gibidir. Tat alma
gücü sarraflar ve vezzânlar (tartıcılar), sindirim gücü defterdar, kâtip ve
zabitler, cazibe kuvveti vergi memurları, emme kuvveti de hazinedarlara benzer.
Midenin sürekli olarak beslenmesi gerektiği gibi hazine de devamlı takviye
edilmelidir. Bunun için de ahlat-ı erbaadan olan sevda makamındaki reayaya
ihtiyaç vardır. Yemeklerin sindirilmesinden sonra dalak mide boş kalmasın diye
bir miktar sevda salgıladığı gibi, hazineye para gelmediği vakit halktan para
toplanmalıdır. Ancak halka vergi konusunda çok fazla baskı yapılınca reaya
ezilir, böylece hazine takviye edilemez.[50]
En azından hazinede bir yıllık gelir bulunmalıdır ki, bu devlete büyük bir
rahatlık verir. Ekonomik sistemin işlemesi için halka çok fazla vergi
yüklenmemeli ve yukarıda sayılan maliye görevlileri sıkı çalışmalıdır. Bu çark
ne zaman bozulursa devletin ihtiyarlık alametleri de ortaya çıkmış demektir.
Sistemin bozulması da devlet yönetiminde ve halk arasındaki israfla başlar.
İsraf oldukça devletin gelir ve giderleri arasındaki denge bozulur. Örneğin,
1562/63 senesinde gelirlerin 1830 yük akçe olmasına karşın giderler 1896 yük
akçe idi.1650ʹye gelindiğinde gelirler 5329 yük akçe olmuş, giderler ise 6872
yük akçeye çıkmıştır. Mali dengenin sağlanması bütünüyle mümkün olamasa da belirli
bir ölçüde kalınmalıdır.[51]
Devletin mali yapısı incelenirken özellikle üzerinde
durulması gereken hususlardan biri rüşvet ve adam kayırmanın yasaklanmasıdır.
Kâtip Çelebiʹye göre devletteki ekonomik çöküntünün en büyük sebebi emanetin
ehline verilmemesi ve makamların “kim kat kat ve daha fazla artırırsa ona
satmak” şeklinde satılmasıdır. Reaya ağır vergiler altında ezilirken,
zalimlerin bu zulmüyle devletin harap olması hiç şüphe götürmez. Bu rüşvet ve
kayırma işi “kafir” hükümdarlar arasında bile yasak ve ayıptır. Zira hakkı olanın
hakkını elinden alıp hak etmeyenin önünü açtığından adalet kanununa ve akıl
ölçüsüne aykırıdır. Rüşvet İslam kanunlarında yasak olmasına rağmen isim
değiştirmiş ve “bunun hazineye yararı vardır” denilmiştir. Hâlbuki tam tersi
olmuş, hazineden bereket gitmiştir. O halde hem fazla vergi ile halka
zulmetmekten vazgeçmeli, hem de makamların satılması önlenerek devletin yıkılmasının
önüne geçmelidir.[52]
Kâtip Çelebi ve
Toplum Hayatı
Bir sosyal bilimci olarak Kâtip Çelebi insanı hem birey hem
de içinde yaşadığı toplumsal yapı bağlamında değerlendirmiş, eserlerinde bu iki
yöne de temas etmiştir. “Toplumu meydana getiren varlık olarak her bir insan
küçük bir evren gibidir. Yani kâinatta her ne varsa insanda da ondan bir numune
bulunur: güneşin ziyası, ayın nuru, gecenin zulmeti, havanın yumuşaklığı, suyun
berraklığı, dağların yoğunluğu, aslanın yiğitliği, merkebin sabrı, domuzun
hırsı, karganın tedbiri, tilkinin kurnazlığı gibi. İnsan ruh ve bedenden oluşan,
kendisine akıl ve dil verilen, dışı beş duyu, içi ise Allah korkusu ile süslü
olan bir bütündür. Kendisi hem bitkiye, hem hayvana, hem de meleğe benzer.
Gıdalanıp büyümesi yönüyle bitkidir. İşitip hareket etmesi yönüyle hayvandır.
Olayların hikmetini ve iç yüzünü bilmesi yönünden de melektir. Hangi yöne
ağırlık verirse bunlardan biri olur. İnsanın ruhu beden ülkesini yöneten vali
gibidir. Organları bu ülkenin tebaası gibidir. Beden ülkesinin merkezi kalptir.
Akıl şefkatli ve iyi nasihat veren vezirdir. Öfke ise görünüşte öğüt veren ama
gerçekte aklın galip gelmesini istemeyen münafık bir vezirdir. Hayal etme yeri
insan ülkesinin hazinedarıdır ki, beynin ön kısmıdır. Beş duyu habercilerdir.
Dil de tercümandır. İyi vezir olan akıl, haberleri doğru bir şekilde hazinedar
olan beyne iletir, beyin de ruh valisinin ihtiyacı olduğunda kullanması için
bunları saklar.”[53]
“İnsan hem cisim olarak hem de ruh olarak bütün hayvanlardan
üstündür. Hayvanlarda işitip hayal etme yetisi olsa da, onlarda insan gibi
bilinen bir şeyden bilinmeyen bir şeye ulaşma kabiliyeti yoktur. Hayvanlar
hadiselerin ve nesnelerin iç yüzünü bilemezler, herhangi bir konuda öğrenip
kendilerini geliştiremezler. Ancak fil ve maymun gibi bazı hayvanlar hayal
edilen sanatları öğrenebilir. İnsan cisim olarak da hayvandan üstündür. İş
gören bir elinin ve konuşan dilinin olması, aynı zamanda boynunun dik olması,
dünyanın hâkimi olduğunu gösterir. Zaten Allah “Biz insanı en güzel bir kıvamda
yarattık.[54]” ve
“Size şekil verdi ve şekillerinizi güzelleştirdi[55]”
buyurmuştur. Buradaki “en güzel kıvam” hem beden güzelliği, hem akıl yönünden
iç güzelliğini ifade eder. Tabi bu üstünlük, ilim ve güzel amel şartına
bağlıdır. Bu noktada insan hak ettiği ölçüde melek mertebesine de ulaşabilir,
hayvan derecesine de inebilir. İnsanlık ahlak ve güzel davranışlar demektir.”[56]
“İnsan küçük bir evrene benzediği gibi, insanların bir araya
gelmesiyle oluşan toplum da küçük bir insana benzer.” Diyen Kâtip Çelebi
toplumu bir insan vücuduna benzetir. “Eski tıp nazariyesine göre; kâinatta dört
temel unsur olan anâsır-ı erbaa (hava, su, toprak, ateş) tarzında yaratılan
insan vücudu da ahlât-ı erbaa denilen dört karışımdan oluşmaktadır: kan, sevda,
balgam, safra. Bedenin sağlığını koruyabilmesi için bu dört unsurun belirli bir
denge içinde bulunması gerekir.[57]
Birinin çoğalıp diğerlerinin azalması hastalığa yol açar. Toplum da büyük bir
insan olduğuna göre o da dört unsurdan oluşmaktadır: Asker, Ulema, Tüccar ve
Reaya sınıfı. Toplumun düzeni bu sınıfların dengede olmasına bağlıdır. Her ne
kadar bu sınıfların kendi içindeki dengesinde hakiki bir ortalama tasavvur
edilemezse de, düzenin bozulmaması için ölçünün belirli bir aralıkta olması
gerekir.”[58]
Kâtip Çelebinin toplumu algılayışı bütüncüldür. Yani toplumu
bir bütünün parçaları olarak görür. Bu yönüyle görüşleri kendisinden yaklaşık
iki asır önce yaşamış olan İbn-i Haldun’un fikirleri ile paralellik gösterir.[59]
Çelebi Fezleke’sinin birçok yerinde, yapılan askeri hatalara işaret etmekte ve
bu yüzden uğranılan zararları ve yaşanan yenilgileri anlatmaktadır. Kadınlar
saltanatının, rüşvetin, devlet mansıplarının adeta açık arttırma yolu ile
verilmesi ve gerek yönetici kadrolarında olsun ve gerekse de halk ve ulema bazında
olsun taassuba alet olmanın, ne gibi kütüklüklere yol açtığını, mevcut
örneklere dayanarak, anlatmak suretiyle iş başındakilerin dikkatlerini çekmeye
çalışmıştır.[60] Büyüklerin
dünya mansıplarından uzak durması gerektiğini belirten yazar, geçmişin bilgi
birikiminden ve yaşanmış olaylardan, toplumların ders almaları gerektiğini her
fırsatta vurgulamaktadır.
Bir toplumun hayatını insan hayatına benzeten Kâtip Çelebi
her toplumun bir sonunun olduğunu kabul etmekle birlikte, Allah dilerse iyi
idareciler elinde devletin ömrünün uzayabileceğini belirtir.
Kâtip Çelebi Düstür’l-amel kitabının mukaddime kısmında
cemiyetlerin hayatlarının da fertlerin hayatı gibi gençlik, duraklama ve çökme
olmak üzere 3 devreye ayrıldığını belirtir ve bu devrelerin birbirinden farklı
olduğunu belirtir. Her toplumun mutlaka bu 3 devreyi geçirmediğini, kimisinin
tedbirsizlik yüzünden daha duraklama devresinde çöküp gittiğini söyler. Benzer
şekilde İbn-i Haldun da “Devletler doğar, büyür ve ölürler. Bu her toplum için
kaçınılmazdır. Hatta her canlı organizması için bu böyledir. Bir hanedanlık üç
kuşak devam eder ve her bir kuşağın ortalama ömrü 40 senedir bunun toplamı 120
senedir. Her 40 senede bir neslin değiştiğini ve farklı bir döneme girildiğini,
ancak 120 sene sonraki değişimin çok daha büyük ve önemli olduğunu söyler.[61]
Benzer şekilde Naima’nın da toplum yapısına ilişkin
görüşleri İbn-i Haldun ve Kâtip Çelebi ile paralellik gösterir. Ona göre, Allah
toplumu insan organları gibi dengeli bir biçimde ve birbirinden yararlanmak
için yaratmıştır. İnsan vücudunda her organ nasıl birbirine muhtaçsa insanlar
da birbirlerine muhtaç ve karşılıklı ilişkilerde bulunmak için
yaratılmışlardır.[62]
Yukarıda da değindiğimiz gibi, toplumu ulema, asker, tüccar
ve reaya olarak dört grupta değerlendiren Kâtip Çelebi, saygın ulema zümresi
bedende en önemli bir unsur olan kana benzetir. Ona göre insan vücudunun
kaynağı kalptir. Oldukça hassas bir yapıda olduğu için bedende hareket etmeyip,
kan onu bedenin en ince noktalarına kadar ulaştırır. Şüphesiz bedenin onunla
beslendiği gibi, âlimlerde kalp ayarında olup bereket ve bolluğun temeli olan
ilimle doğrudan ya da dolaylı olarak bedenin organları derecesinde olan
cahilleri ve halkı aydınlatırlar. Bedenin kalpten yararlandığı gibi onlarda
âlimlerden yararlanırlar. Kalbin, bedenin canlılığını sağlaması gibi, ilim de
toplumun devamını sağlar. Asker balgam hüviyetinde olup, tüccar da safra
hükmünde, reaya da sevda derecesindedir.[63]
Görüldüğü gibi çelebi bedenin dört karışımdan oluştuğunu belirterek, bunlardan
her birinin toplumun bir sınıfına eşdeğer bir nitelik taşıdığını ileri sürer.
Diğer taraftan Kâtip Çelebi, dinle hayat arasında nasıl bir
irtibat kurulacağı, dinin toplumsal hayattaki yeriyle dinin ilmi olarak
öğrenilip öğretilmesinin toplumun varlığını sürdürmesi arasındaki alakayı
göstermesi bakımından ayrı bir değere sahiptir. İlmin toplumsal hayatın devamı
açısından ne kadar önemli olduğunu vurgulayan Kâtip Çelebi, dinle hayat
arasında sağlıklı bir ilişki kurmanın ancak ilim yoluyla olabileceğini
belirtir. Toplumsal hayatın birliğini sağlamada ve sürdürmede, toplumsal
birliğin dayanağı olarak ilimde birlik fikrini savunmaktadır.[64]
Bu duruma güzel bir örnek Ebussuud Efendi ile Birgili Mehmet Efendi arasında
tartışma konusu olan ve Birgili Mehmet Efendinin yazmış olduğu “vasiyetsiz
yahut ölüme bağlanmaksızın para vakfetmenin caiz olmadığı” noktasındaki
mevzudur. Kâtip Çelebi mevzuyu ortaya koyduktan sonra, âlimler arasındaki bu
tür konuların ortaya çıkaracağı sakıncalardan bahsederek, “bunları halk için
fitne sayarım” demek suretiyle, toplumun ayrışmasına neden olacak ilmi
tartışmaların ortadan kaldırılması gerektiğini söyler.[65]
Sonuç olarak, Kâtip Çelebi toplumun yapısını; Ulema, Askerler,
Tüccarlar ve Reaya şeklinde ortaya koyarak, toplumun varlığını devam
ettirebilmesi için, bu grupların birbirleriyle uyum içinde hareket etmeleri
gerektiğini belirtir. Bir bölgede ya da gurupta olan yozlaşmanın, toplumun
diğer yerlerine de sıçrayabileceğini belirterek, uzviyetçi bir toplum görüşünü
ortaya koyar. Çelebi bu yönüyle selefi İbn Haldun ile benzer düşünceleri
paylaşmaktadır.
Adetler ve
Alışkanlıklar
I. Selamlaşma
Her milletin veya dinin farklı selamlaşma ritüelleri vardır.
Müslümanlar arasında da bu ilk halindeki gibi sadece selam hitabı şeklinde
kalmamıştır. Selamlaşma her dönemde farklılık gösteren biçim ve tavırlarla
kendini gösterir. İslam dünyasında selamlaşmanın ilk hali peygamber
dönemindedir. Hz. Muhammed selam için “ birine selam verdiğiniz zaman en güzel
selamla selamlayınız veya selamı alınız” diyerek selamlaşmayı önemsemiştir.[66]
Daha sonraki dönemlerde İslam devletlerinin ortaya çıkması ile her devletin
kendi örf ve adetleri doğrultusunda selamlaşmanın şekli de değişmiş veya bazı
farklılıklar geçirmiştir.[67]
Bunda devlet şekillerinin ve milletlerin birbirine benzememesi etkili olmuştur.[68]
Önce Emeviler’de sonra Abbasiler’de selamlaşma ile ilgili
farklı adetlerin çıktığını belirten Kâtip Çelebi, o gün için Osmanlılar ’da
selamlaşmanın farklı bir boyuta taşındığını en bariz örnek olarak da, padişahın
selamlanmasında, selam yerine yerin öpüldüğünü aktarmaktadır.[69]
Din ve devlet büyüklerinin önünde, özellikle bilginlerin huzurunda şahısların
eğildiğini söyleyen Kâtip Çelebi diğer sıradan insanlara olarak tarif ettiği
kimselerin “sabaha’l-hayr ve “aşk ola” gibi tabirlerle selamlaştıklarını
belirtirken nicesinin de sünnet üzere selam verdiklerini aktarmaktadır.[70]
II.Taassup
Kâtip Çelebi’ye göre el, etek ve yer öperek eğilmek ve başka
sözlerle selamın verilmesinin sünnete aykırılığı vardır ve o da örf ve adet
terk olunmamak özrü ile bağışlanır.[71]
Kâtip Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak adlı eserinin
ön söz niteliğindeki giriş kısmında taassup konusuna değinir. Bu eserini Kâtip
Çelebi neredeyse adeta taassupla ilgili meseleleri çözümlemek için yazmış ve
tartışmalı konulara açıklık getirmek istemiştir. Geçmişte olan çeşitli
tartışmaların şiddetli çatışmalar şekline gelmesinin topluma zarar verdiğini ve
bir yarar sağlamadığını savunmuş bunun akılsızlık ve boş bir uğraşı olduğunu
söyleyerek, kendi zamanında da bu tür kısır ve boş çekişmelerin devam ettiğini
belirtmiştir.[72]
Kâtip Çelebi, dönemindeki iki şeyhin karşılıklı kavgalarını
taassuba iyi bir örnek olarak aktarmaktadır. Buna göre Kadızade ile Sivasi’nin
bu kavgada farklı tarafları tuttuğunu, böylece ifrat ve tefrit yoluna giderek
kendi taraflarını tutanları da ayrıştırmış ve toplulukları bölmüş olduklarını
belirtir. Bu, tartışmaların zamanla kavga etme noktasına gelerek, dedikodularla
büyüyen ve nefret tohumlarının atılmasına neden olan boyutlarıyla, toplumda
kamplaşmalara yol açtığını yazmıştır.[73]
Katip Çelebi, akıllı olanların ise bu işin taassuptan doğma kuru bir kavga
olduğunu, şeyhlerin birbirlerine karşı olmakla ün yaptıklarını ve böylece
padişahın malumu olduklarını belirtmektedir. Onların bu bahane ile iş görüp
dünyadan murad aldıklarını belirten bu kişiler, ahmaklık edip onların peşinden
gitmenin ve davalarını sürmenin manasızlığını belirtmişler, aynı ümmetin
bireyleri olarak aklıselim ile davranmak gerektiğine işaret etmişlerdir.[74]
Bu tür kuru dindarlık ve taassup belirtilerinin ortadan kaldırılması gerektiği,
taassup kavgalarının, geçmiş dönemlerde de görüldüğü üzere, fitneye yol açtığı
ve bunu önlemenin lüzumu Kâtip Çelebi tarafından belirtilmiştir.[75]
Kâtip Çelebi ayrıca ilimde taassubun sakıncalarından
bahsederek ilim hayatında ret ve inkâr yoluna gitmeden ve taassuba düşmeden her
kaynaktan tahliller yaparak yararlı olanı kabul yoluna gidilmesini gerektiğini
vurgulamıştır.[76]
III.Bid’at
Bid’at, din ve dünya işlerinde Hz. Muhammed’den sonra gelen
dört halife zamanında veya daha sonra çıkmış olan, sünnetlerde ( kavli, fiili,
takriri) işaret edilmemiş olan ve hakkında eser bulunmayan konular şeklinde
Kâtip Çelebi tarafından tanımlanmaktadır.[77]
Kâtip Çelebi bid’atı ikiye ayırır. Bunlardan biri minare
yapmak ve kitap yazmak gibi din ulularının caiz gördüğü bid’at-ı hasenedir. (
beğenilebilen yenilikler) Diğeri de itikat işlerinde sünnet ehlinden başka
yoldan çıkmış kesimlerin akaidi olan veya halkın kendi asılsız ve eski inancına
göre ibadetler ortaya koymakla oluşan, “fena bid’atlar” olarak da tarif edilen
bid’at-ı seyyiedir.[78]
Bütün bid’atlar halkın arasında bir töreye ve âdete dayanır
diyen Kâtip Çelebi bid’atların halk arasında yerleşip oturmasından sonra onu
yasaklayıp ve ondan döndürmenin bir ahmaklık ve bilgisizlik olacağını
belirtmektedir.[79] Kâtip
Çelebi kendi döneminde de üzerinde tartışmalar yapılan ve tam bir sonuca
varılmamış olan birçok bid’at çeşidinden bahseder. Bunlar içinde Cuma namazı
sonrası musafaha[80], selam
verecek yerde eğilip ya başıyla ya da eliyle işaret etmek veya farklı bir
şekilde davranışta bulunmak[81],
Regaip namazı, Berat ve Kadir geceleri namazları[82]
vardır. Kâtip Çelebi’nin ele aldığı bir diğer bid’at konusu da tütündür.
Tütünün bid’at olduğunu söyleyen Kâtip Çelebi bunun yaşanan çağda çıkmış olması
dolayısıyla şeriatça da bid’at kabul edildiğini, akıl yönünden de bid’at
olduğunu, çünkü Âdem peygamberden bu yana akıllılarca kullanıldığının vaki
olmadığını belirtir.[83]
IV.Kabir Ziyaretleri
Kabirler ve onlara verilen önemin eski kavimler tarafından uygulanan
bir konu olduğunu, putlara tapmanın kaynağının da bundan kaynaklandığını
belirten Kâtip Çelebi, bu nedenle İslam’ın ilk yıllarında kabir ziyaretlerinin yasaklandığını
belirtmektedir.[84] Daha
sonra bu yasak kaldırılmış ve kabir ziyaretleri ile ölülere dua etme serbest
bırakılmıştır.[85]
Ölülerden yardım ve imdat dilemenin ise sakıncalı olduğunu
belirten Kâtip Çelebi, eskilerin putlara tapmasının bundan çıktığını, bunu
yapanların önce peygamberin ve evliyanın ruhları ile Allah’a yaklaşmak
istediklerini, giderek suretler ( heykeller) yapıp ‘Allah katında
şefaatçilerimiz bunlardır’ diye tapındıklarını belirtmektedir.[86]
Yine başka bir örnek olarak Hz. Ömer’in yağmur duasında
Peygamberin kabri ile Allah’a yol aramadığını, insanlarla topluca Allah’ın
kapısına vararak yardım dilediğini, bunun da dirilerle Allah’dan yardım dilemenin
doğru olduğunu İbn-i Teymiyye’nin görüşleri çerçevesinde açıklamaktadır.[87]
Allah’a kalbinin bütün içtenliğiyle dua edenler aracıya bakmazlar ki kutsal
güce sahip olanların çoğunun böyle olduğunu belirten Kâtip Çelebi, sıradan
insanların hayrı çekmekte ve belayı uzaklaştırmakta ruhaniyet ve cismaniyatle
sebeplenip ona tevessül ettiklerini aktarmaktadır.[88]
Kabirlerin ziyaretinde ibadet kastı yok ise Allah’a ortak
koşulduğu düşünülmez. Kabri ziyaret edenlerin Allah rızası için Fatiha suresini
okuyup sevabını mezarda yatanın ruhuna bağışlamakla yetinilmesini, başka
düşüncede olunmamasını, kabri öpme veya ona yapışma, sarılma gibi bir tavır ve
davranış içine girilmemesini salık vermektedir.[89]
Mezarlara veya mezarlıklara, kandil koymayı, mezarlara yüz-göz sürerek kandil
yağı ile yağlamayı adet edinmek ve bu vesileyle mezar bekçileri ve
kandilcilerin de bundan geçim sağlamasına vesile olmak gibi, bunu yapanların
tüm tartışma ve münakaşalara rağmen bundan vazgeçmeyeceklerinin de aşikar
olduğunu anlatan Kâtip Çelebi, ağaçlara bez bağlamanın, kimi taşlara itibar
etmenin de anlamsız olduğunu belirtmektedir.[90]
Toplum Hayatı ve Yaşam Tarzı
I. Keyif Verici Maddeler; Tütün, Kahve, Afyon
Kâtip Çelebi keyif verici maddelerden bahsederken şöyle der:
“ Gerek afyon, gerek afyon şurubu ve başka keyif verici maddeler ilaç
kabilinden olup bir illet veya hastalık için kullanılması gerekmedikçe
başvurulmamalı yani tedavide gıdadan devaya sapılmamalıdır. Gerektiği takdirde
gıda ile tedavi öne alınmalıdır. İlk adımda devaya el atmak tedavi kanununa
uygun değildir.”[91] Keyif
verici maddelerin ihtiyaç olmadan alınmasının vücutta alışkanlık yapacağını,
sonradan vazgeçmenin imkânsızlaşacağını, sonradan sürekli acısının
çekileceğini, keyfin gelip geçici olduğunu, insanın takatinin kesilip şuurunun
gideceğini, insanın keyif vericileri kullandığında ne ölü ne diri anlaşılmaz
bir duruma düşeceğini, ne uyumuş ne uyanık sallanıp kalacağını belirtir.[92]
Keyif vericilerin birden kesilmesinin tehlikeli ve sıkıntı verici olabileceğini
aktaran Kâtip Çelebi, bir yolla kesilmesi gerektiğini de belirtmektedir.[93]
Kâtip Çelebi tütünle ilgili olarak da, XV. yüzyılın ikinci
yarısında Atlas Okyanusu’ndan Pasifik Okyanusu’na geçiş için yapılan seferlerin
birinde, bir gemide bulunan doktora musallat olan balgam hastalığından ( ateşli
ve iltihaplı solunum hastalığı) bahseder. Bu hastalığın iyileşmesi için
yapılanları anlatan Kâtip Çelebi, geminin Gineye, (Gineyaya veya Tabaka) olarak
isimlendirilen adaya vardığını ve burada bir tür yaprağın yanma özelliği
gösterdiğini bildirir.[94]
Burada yanan bu bitkinin dumanının yararlı bir sonuç verdiğini, bundan çokça
toplanarak kullanıldığını aktarır. Gemi halkının da bunu doktordan görerek
faydalı ve derde deva bir bitki düşüncesiyle aldıklarını, birbirlerinden
görerek de içmeye başladıklarını belirtir. Böylece İngiltere ve Fransa
üzerinden dünyaya yayılan bu bitkinin, dünya halkının aslını bilmeden boşuna
içilir düşüncesiyle kullandığını, adeta bir tütün tarihçesi şeklinde anlatır.[95]
Tütünün İstanbul’da yayılması ile bu konuda verilen fetvaları ve yasaklamaları
aktaran Kâtip Çelebi, bütün yasaklamalara rağmen her defasında daha çok içilip
bu konuda halkın direndiğini belirtmektedir.[96]
Kâtip Çelebi IV. Murat zamanının sonlarında, kötülüklerin
kapısını kapamak için, kahvehaneleri kapatıp, kimi yangınlar çıktığı için
tütünü de yasakladığını anlatmaktadır. [97]
Kâtip Çelebi’ye göre kişi kendisine yasak edilen nesnenin daha çok üzerine
düşer. Bu yasaklamalar sonucunda kişilerin yenlerinde veya ceplerinde küçük
çubuklu lüleler taşıdıklarını, fırsat buldukça gizlice içtiklerini, ocaklarda, ayakyollarında
ve daha gizli mekânlarda da içildiği aktarılmaktadır.[98]
Daha çok sıkı denetimin olduğu zamanlarda ise halkın çoğunun lülelerle içme
yolunu bulamadığını, yaprağı dövüp burnuna çekerek nefislerini körelttiklerini
anlatır.[99]
Tütünün vücuda zararının kesin olduğu, havanın temizliğini
bozması dolayısıyla tıbben de zararlı olduğunu bu nedenle de halkın toplu bulunduğu
yerlerde içilmesi, mescitlerde ve camilerde kullanılmasının, doğru olmadığını
belirtir.[100] Ayrıca
tütün kokusunun kötü olduğunu belirten Kâtip Çelebi, uzun süre bunu
kullananların ağzında rahatsız edici koku oluşturduğunu, bunun da diğer
insanlara rahatsız edeceğini fakat buna rağmen tiryakilerin tütün kullanımından
kendilerine alamadıklarını belirtir.[101]
Tütünün mubah, mekruh, haram veya helal olması konusunda da
değişik görüşleri paylaşan Kâtip Çelebi, tek bir şeyin hem mubah hem mekruh,
hem de haram olarak söylenmesinin çelişki olduğunu belirtir. Konuya ilişkin
farklı değerlendirmelerin olduğunu söyleyen Katip Çelebi baklava örneğini
vererek baklava yemenin helal olduğunu fakat doyduktan sonra yemenin ise haram
0lacağını zira insan vücuduna bu noktadan sonra zarar vereceği belirtir.[102]
Katip Çelebi kahveyi, aslı Yemen olan ve kimi şeyhler ve
dervişlerin bir tür ağaç yemişinin tanelerini dövüp yemeleri, kavurup suyunu
içmeleri ile ortaya çıkan bir keyif maddesi olarak açıklanmaktadır.[103]
Riyazata[104] ve
süluke[105] uygun,
şehveti kesmeye elverişli bir özelliği olduğu belirtilen kahve 1543 yılında
Osmanlı Devletinde kullanılmaya başlamıştır. Önceleri haram olarak fetvalar
verilen bu madde buna rağmen zamanla kahvehanelerin açılması ile yaygınlaşmıştır.[106]
Kâtip Çelebi kahve içmenin mubah olduğu yolunda düşünceler öne sürmüştür.
Kahveyi soğuk ve kuru olarak tarif eden Kâtip Çelebi,
kahvenin kuruluğu ile uykuyu önlediğini, idrar yaptırır yönü olduğunu belirtir.
Kahve özellikle uyumsuz mizaca sahip olanlara iyi gelmez çünkü vesveselere
neden olur, fakat kadınlara daha çok uygun olup ağır kahveyi, vesveseli olmayanların
içebileceklerine salık verir.[107]
Keyif erbabı için keyifleri arttıran, kahve, 1592 den sonra serbest bırakılmış
böylece her sokak başında bir kahvehane açılmak suretiyle içilmesi daha da
kolaylaşmış olsa da, bunun getirdiği rehavet ve halkın işten güçten kalması ve
buna benzer sakıncalar nedeniyle IV. Murat zamanında (1633) kahvehaneler
bozulmuş ve kahve içmek tekrar yasaklanmıştır.[108]
Fakat söz konusu yasaklar belli bir yere kadar sürmüş ve zamanla kahve içme
keyfi ve serbestliği tekrar halkın hayatında yer bulmuştur.
II. Müzik ve Raks
Kâtip Çelebi musiki aletlerinden bahsederken de onların
çıkardığı sesleri ve ölçülü nağmelerinin dinlenmesinin ruh üzerinde önemli bir
etkisinin olacağını belirtmiştir.[109]
Kâtip Çelebi’ye göre ölçülü sesler üçe ayrılır. Bunlardan birinin kuşların
hançeresinden çıktığını, bir diğerinin insanın hançeresinden çıktığını, üçüncü
olarak da enstrümanlardan çıktığından bahsetmektedir.[110]
Kâtip Çelebi’ye göre Aristo erganunu (org) icat etmiş ve öğrencilerine ders ve
öğüt verirken bunun çalınmasını sağlamıştır.[111]
Yine bazı ulu şeyhlerin gönüllerini arıtma yolunda ruhu, nefsini yenmiş olanlar
için ney, dümbelek ve kudümün kullanıldığını belirtmektedir.[112]
Kâtip Çelebi tagannin, yani musikinin fenni kaidesine göre
seslerin tekrarı olan icraatın, ruh üzerinde önemli etkisi olduğunu ölçülü ve
tabiata uygun olursa beğenilirken kötü sesin nefret yönünde tesir ettiğini
belirtir. Mizacı bozuk, tedaviye muhtaç kişilerin musiki ile tedavi
edilebileceklerini savunur.
Kâtip Çelebi raks konusunda ise lügat manasıyla raksı mutlak
ölçülü hareket olarak tarif eder. Bu ölçülü hareketlerin de tıpkı musiki gibi ruha
tesir ettiğini belirtir. Musikinin kulakla raksında da gözle ilgili olduğunu
söyler.[113] Habeş
raksı ve devr-i Ali’den de bahseden Kâtip Çelebi, tarikat ehli olan kişilerin
zikir ve tevhit sırasında yapılan hareketleri de birçok yönden değerlendirip
‘bu haller zevk işidir tatmayan bilmez’ diye bunları yapanların düşüncelerini
aktarmaktadır.[114]
Kimi ulemanın halka şeklinde dönme (devir) hareketini raks kabul ettiğini,
haram saydığını, sofilerin devir hareketi konusunda da değişik fikirler
olduğunu belirtir.[115]
Eleştirilere rağmen devr (dönmek) ile zikir yapanların kadim adet ve örfleri
olması nedeniyle bundan vazgeçmediklerini, kimi taassup erbabının da her
devirde bu dönme ve raks işini boş yere kötüleyip tekrarladığını ve bu kısır
döngünün her çağda uzayıp gittiğini ifade eder.
Sonuç
XVII. Yüzyılın Osmanlı Devleti açısından çok önemli bir
yüzyıl olduğu gerçeği göz önüne alındığında, Kâtip Çelebi gibi dönemine ve
gelecek asırlara adını yazdırmış olan düşünürlerin böyle bir asırda yetişmiş
olması ve eserler vermesi çok önemli olmuştur. Zira Osmanlı Devleti için bir
sarsıntı döneminin geçirilmesi, özellikle iç ayaklanmaların ve ekonomik
sıkıntıların en üst seviyeye çıkmış olması, böyle bir ortamda sadece düşünsel
anlamda ürünler ortaya koyabilen bilim adamları için zor bir süreç olarak anlaşılması
gerekir. Fakat bütün olumsuzluklar ve imkânsızlıklara ve hatta görevi
dolayısıyla de uygun koşulların olmamasına rağmen Kâtip Çelebi bu ortamda
düşünceleriyle temayüz eden aydınlara ve halka yön verebilecek eserleri düşünce
hayatımıza kazandırmayı bilmiştir. Ancak Kâtip Çelebi geç anlaşılan bir fikir
adamı ve tarihçi niteliklerine sahiptir. Kâtip Çelebi devlet ve toplum hayatına
ilişkin görüşleriyle, bir devletin varlığını sürdürme, halkıyla barışık olarak
yaşama ve sıkıntılı bir durumda toplum içinde yaşanan problem ve tartışmaları
çözme konusunda izlenebilecek yolları çok anlaşılır bir şekilde ortaya
koymuştur. Ayrıca Kâtip Çelebi, adalet ile hukukun üstünlüğü, yönetim, askerlik,
savaş ve ekonomik hayat konularda daki düşüncelerini topluma aktarmıştır.
Eserlerinde bireyi önemseyen ve bireyle toplum arasındaki
ilişkiyi topluma aktarmaya çalışan Kâtip Çelebi, halk arasında yer etmiş adet,
alışkanlıklar, taassup ve bidat gibi konuları işlerken, birey ve toplumun yaşam
tarzları ve bunlara ilişkin konuların taassuptan uzak hoşgörüyle ele alınması
gerektiğini vurgulamıştır.
Kâtip Çelebi bütün bu konulara ilişkin değerlendirmeleri ile
döneminin ihtiyaçlarına cevap verebilmiştir. Ayrıca, o günden bu güne, hatta
gelecekteki zamanlara da toplumsal meselelere dair çözümler ve farklı bakış
açıları sunabilen bir düşünce adamı olarak, her konuda aşırılığın zararlı
olduğunu ortaya koymuş ve yasaklamaların birey ile toplum ve devlet hayatı
bakımdan bir yarar sağlamayacağına vurgu yapmıştır.
Kaynakça
ADIVAR, A. Adnan, Osmanlı Türklerinde İlim, 4. Baskı, Remzi
Kitabevi, İstanbul, 1982. AKTEPE, M.Münir, “Devletin Mali Durumunun Islahına
Dair Bir Risale: Düsturüʹl-Amel li Islahiʹl-Halel”, Bilgi, C.XI, S.128 (1957).
ARSLANTÜRK, Zeki, Naima’ ya göre XVII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Yapısı, Ayışığı
Kitapları, İstanbul, 1997. BABİNGER, Franz, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri
Çev.: Coşkun Üçok, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1992. BANARLI, Nihad Sami, “Kâtip
Çelebi”, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, C.1, İstanbul 1998, BURSALI Mehmet
Tahir, Kâtip Çelebi, İstanbul, 1331. DENİZ, Gürbüz, “Kâtib Çelebi”, Osmanlı,
C.VIII, Ankara, 1999. GÖKBİLGİN, M. Tayyib, “Kâtip Çelebiʹnin Kronolojik Eseri:
Takvimüttevârih”, Kâtip Çelebi: Hayatı ve Eserleri Hakkında İncelemeler, Tarih
Kurumu Basımevi, Ankara, 1991. GÖKYAY, Orhan Şaik, “Kâtip Çelebi”, Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ankara, 2002. GÖKYAY, Orhan Şaik, “Kâtip Çelebi:
Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri”, Kâtip Çelebi: Hayatı ve Eserleri Hakkında
İncelemeler, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1991. GÖKYAY, Orhan Şaik,
Kâtip Çelebi’den Seçmeler I, Milli Eğitim Bakanlığı, İstanbul, 1997. GÖKYAY,
Orhan Şaik, Kâtip Çelebi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1986.
GÖKYAY, Orhan Şaik, Kâtip Çelebi, Yaşamı, Kişiliği ve Yapıtlarından Seçmeler,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1982. İBN-İ SİNA, El-Kanun
Fiʹt-Tıbb (Birinci Kitap), Çeviren: Esin Kahya, Atatürk Kültür Merkezi
Yayınları, Ankara, 2009. İLGÜREL, Mücteba, “Kâtip Çelebi Yüzyılı”, Doğumunun
400. Yıldönümünde Kâtip Çelebi, Ed.; Bekir Karlığa, Mustafa Kaçar, Kültür ve
Turizm Bakanlığı, Ankara, 2009. KÂTİP ÇELEBİ, Cihannüma, Hazırlayanlar: Bekir
Karlığa, Said Öztürk, 2 Cilt, Mahya Yayıncılık, İstanbul, 2013. KÂTİP ÇELEBİ,
Dürer-i Müntesire ve Gurer-i Münteşire, Süleymaniye Kütüphanesi, Nuruosmaniye,
nr.4949. KÂTİP ÇELEBİ, Düsturuʹl-Amel li-Islâhiʹl-Halel, Süleymaniye
Kütüphanesi, Lala İsmail, nr. 343. KÂTİP ÇELEBİ, Düstür’l-amel li Islahi’l-
halel(Bozuklukların Düzeltilmesinde Tutulacak Yollar), Yayına Hazırlayan: Ali
Can, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1982. KÂTİP ÇELEBİ,
İrşâdüʹl-Hayârâ ilâ Tarihiʹl-Yunân veʹr-Rûm veʹn-Nasârâ (Kâtip Çelebiʹnin
Yunan, Roma ve Hristiyan Tarihi Hakkındaki Risalesi),Hazırlayan: Bilal
Yurtoğlu), Ankara, 2012. KÂTİP ÇELEBİ, Keşfüʹz-Zunûn, C.I,II,III,IV,V, Çeviren:
Rüştü Balcı, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2014. KÂTİP ÇELEBİ,
Keşfüʹz-Zünûn, C.II, Çeviren: Rüştü Balcı, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
İstanbul, 2007. KÂTİP ÇELEBİ, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak, Haz.: Orhan Şaik
Gökyay, M.E.B.Yay., İstanbul, 1993. KÂTİP ÇELEBİ, Takvîmüʹt-Tevârîh
(Tıpkıbasım), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2009. KÂTİP ÇELEBİ,
Tuhfetüʹl-Ahyâr fiʹl-Hikem veʹl-Emsâl veʹl-Eşʻâr, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad
Efendi, nr. 2539. KÂTİP ÇELEBİ, Tuhfetüʹl-Kibâr Fî Esfariʹl-Bihâr (Deniz
Savaşları Hakkında Büyüklere Armağan), Haz.: Orhan Şaik Gökyay, Kabalcı
Yayınevi, İstanbul 2007. KOÇİ BEY Risalesi, Yeni Zamanlar Yayınları, İstanbul,
1997.
KÜTÜKOĞLU, Bekir, “Kâtip Çelebiʹnin Fezlekesinin
Kaynakları”, Vekayi’nüvis-Makaleler, İstanbul, 1994. MUALLİM CEVDET, “Kâtip
Çelebi: Tarihi, Eserleri ve Programlar”, Muallimler Mecmuası, S.43-44, İstanbul
Eylül-Teşrin-i Evvel 1926. ORTAYLI, İlber, Osmanlı Düşünce Dünyası ve
Tarihyazımı, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2010. ÖZ, Mehmet, Kanun-i
Kadîmin Peşinde, Osmanlı’da “Çözülme” ve Gelenekçi Yorumları, Dergah Yayınları,
İstanbul, 2003. ÖZÇELİK, İsmail, Devleti ‘Aliyye’nin Kamusal Düzeni, Gazi
Yayınevi, Ankara, 2014. ÖZÇELİK, İsmail, Tarih ve Metodolojisi, Gazi Kitabevi,
Ankara, 2014. ÖZTÜRK, Said, Doğumunun 400. Yıl Dönümünde Kâtip Çelebi, Kültür
ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2009. SELEN, Hamit Sadi, “Cihannüma”,
Kâtip Çelebi: Hayatı ve Eserleri Hakkında İncelemeler, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara 1991, SERTOĞLU, Midhat, Osmanlı Tarih Lügati, Enderun
Yayınevi, İstanbul, 1986. SHAW, Stanford, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern
Türkiye c.1, E Yayınları, İstanbul, 1994. ŞEHSUVAROĞLU, Bedi N., “İlham-Al
Mukaddes Min-Al Feyz-Al Akdes Risalesi ve Kâtip Çelebiʹnin İlmî Zihniyeti
Hakkında Birkaç Söz”, Kâtip Çelebi: Hayatı ve Eserleri Hakkında İncelemeler,
Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1991. TÜRER, Osman, Osmanlılarda Tasavvufi Hayat
(Halvetilik ÖrneğiHediyyetüʹl-İhvan), İnsan Yayınları, İstanbul, 2005. ULUDAĞ, Süleyman,
İbn-i Haldun Hayatı Eserleri ve Fikirleri, Ankara, 1993. ÜLKEN, Hilmi Ziya,
“Kâtip Çelebi ve Fikir Hayatımız”, Kâtip Çelebi: Hayatı ve Eserleri Hakkında
İncelemeler, Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1991, s.177- 193. YALÇINKAYA, M.
Alâeddin, “XVIII. Yüzyıl: Islahat, Değişim ve Diplomasi Dönemi (1703- 1789)”,
Genel Türk Tarihi C. 7, Ed.: Hasan Celal Güzel, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara,
2002. YURTOĞLU, Bilal, Kâtip Çelebi, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara, 2009.
YÜCEL, Hasan Ali, “Kâtip Çelebi ve Keşfeʹl-Zünun”, Kâtip Çelebi: Hayatı ve
Eserleri Hakkında İncelemeler, Ankara 1991.
[1] Özellikle
Orhan Şaik Gökyayʹın konu hakkındaki araştırma eseri hayatı hakkında bizlere
daha derli toplu bir bilgi sunmaktadır. Orhan Şaik Gökyay, Kâtip Çelebi, Kültür
[2] Bursalı
Mehmet Tahir, Şehrîzâdeʹnin Tarih-i Nevpeyda adlı eserinden alıntı yaparak
Kâtip Çelebiʹnin 1597ʹde doğduğunu belirtse de, Kâtip Çelebiʹnin kendi beyanı
1017 (1609) tarihinde dünyaya geldiğidir. Bursalı Mehmet Tahir, Kâtip Çelebi,
İstanbul 1331, s.6.
[3] Kadızade
Mehmed Efendi (Kadızade), 1582-1635 yılları arasında Osmanlı Devleti'nde
yaşamış olan bir vaizdir. Hitabeti kuvvetli olduğundan kısa zamanda ün
kazanarak 1631 yılında Ayasofya Camisi vaizliğine atanmış. Devlet işlerindeki
bozukluğun şeriata aykırı hareket edilmesinden kaynaklandığını ifade etmiştir.
Görüşleri, IV. Murat devri Osmanlı düşünce adamları üzerinde oldukça etkili
olmuştur.
[4] Kâtip
Çelebi, okuduğu bu eserleri Beyzaviʹnin Tefsiri, İmam Gazzaliʹnin İhyâ-i
Ulûmʹu, Adudüddin Abdurrahmanʹın Şerh-i Mevâkıfʹı, Molla Hüsrevʹin Dürerʹi ve
Mehmed Birgivîʹnin Tarikat-ı Muhammediyeʹsi olarak zikreder. Kâtip Çelebi,
Mizanüʹl-Hakk Fîİhtiyâriʹl-Ehakk, Hazırlayan: Orhan Şaik Gökyay, M.E.B. Yay.
İstanbul, 1993, s.96.
[5] İlmî
kitaplardan daha çok tarih, tabakât (meşhur kişilerin hayat ve eserlerini
anlatan kitaplar) ve vefeyât (meşhur kişilerin ölüm tarihlerini gösteren
eserler) kitaplarına merak salmış, bunun da yaratılışındaki meyilden dolayı
olduğunu açıklamıştır. Kâtip Çelebi, Mizanüʹl-Hakk Fî-İhtiyâriʹl-Ehakk, s.98.
[6] Bu
dönemde okuduğu eserler tefsir, hadis, edebiyat, geometri, kozmografya
alanlarındadır. Kâtip Çelebi, Mizanüʹl-Hakk Fî-İhtiyâriʹl-Ehakk, s.99-100.
[7] “Halife”,
devlet dairelerinde kalemiye bölümünde yani yazı işlerinde çalışan memurlardır.
Kalfa sözcüğü bu kelimeden bozma olarak kullanılmıştır. Midhat Sertoğlu,
Osmanlı Tarih Lügati, İstanbul 1986, s.131-132.
[8] Nihad
Sami Banarlı, “Kâtip Çelebi”, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, C.1, M.E.B.Yay.
İstanbul 1998, s.682-688.
[9] Şeyh
Nazmi Efendi, Kâtip Çelebi döneminin tartışmalarıyla meşhur iki dini grubundan
biri Sivasi tarikatinin lideri Halveti Şeyhi Abdülmecid Sivasiʹnin temsilcisi
olduğu tarikat üyelerindendir. Kâtip Çelebi, bir ara ders aldığı hocası
Kadızade Mehmet Efendiʹnin temsil ettiği grupla (Kadızadeliler) Sivasi
tarikatinin cehalet ve fitneye dayalı olan ve o dönemin İstanbul hayatını alt
üst eden dini ve toplumsal tartışmalarını Mizanüʹl-Hakk isimli eserinde
eleştirmiştir. Büyük olasılıkla Şeyh Nazmi Efendi bu eleştirilerin hedefinde
olan Sivasi grubuna mensup olmasından dolayı Hediyyetüʹl-İhvan adlı eserinde,
Kâtip Çelebi hakkında çok ağır ifadeler kullanmıştır. Eser Prof. Dr. Osman
Türerʹin incelemesiyle Türkçe olarak basılmıştır. Geniş bilgi için bkz. Osman
Türer, Osmanlılarda Tasavvufi Hayat (Halvetilik Örneği-Hediyyetüʹl-İhvan),
İstanbul 2005, s.462-463.
[10] Şehrîzâde’nin
(Mehmed Said), asıl şöhreti on beşe yakın tarih ve biyografi kitabından gelir.
Kâtib Çelebi’ye hayran olan, onu izleyen ve ondan her alanda faydalanan Mehmed
Said’in eserlerinden bazılarının yalnızca isimleri bilinmektedir.
[11] Muallim
Cevdet, “Kâtip Çelebi: Tarihi, Eserleri ve Programlar”, Muallimler Mecmuası,
S.43-44, İstanbul Eylül-Teşrin-i Evvel 1926, s.1785-1808.
[12] Franz
Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, Çeviren: Coşkun Üçok, Ankara
1992, s.214-223; Orhan Şaik Gökyay, “Kâtip Çelebi: Hayatı, Şahsiyeti,
Eserleri”, Kâtip Çelebi: Hayatı ve Eserleri Hakkında İncelemeler, Ankara 1991,
s.39. Süyûtî, (1445, Kahire - 1505,) Mısırlı muhaddis, müfessir, mutasavvıf ve
düşünürdür.
[13] Kurucusu
Şihabeddin Sühreverdi Halebî (ö.1191) olan İşrakilik, aklı rehber kabul etmekle
beraber, sezgisel bilgi ve düşünceyi gerçek bilgiye ulaşmanın aracı olarak
görür. Bu akıma göre tasavvuftaki keşif ve ilham, felsefenin mantığı ve kelamın
delillendirme yöntemi bilginin üç temel esasıdır. Kökeni antik Yunan
filozofları ve İran bilgelerine kadar uzanan İşrakilik, gerçeği nur olarak
tanımlamış, aydınlanma (işrâk) yoluyla eşyayı tanımayı amaçlamıştır. Genel
itibariyle Şiilik düşüncesinde etkili olan bu akım, Sünnî çevrelerce ve itikad
mezheplerince tenkit ve tekfir edilmiştir. İşrakilik hakkında bilgi için bkz:
Seyyid Hüseyin Nasr, “Şihabeddin Sühreverdi el-Maktul”, Klasik İslam
Filozofları ve Düşünceleri (Editör: M.Muhammed Şerif), İstanbul 2000,
s.269-297. İşrakilik Kâtip Çelebiʹye göre tasavvuf seviyesinde olan felsefe
ilimlerinden biridir. Anlamı ise, eserlerindeki olgunluğa bakarak yaratıcıyı
tanımaktır. Bu marifete araştırma ve delille veya nefis terbiyesiyle
ulaşılabilir. İşrakiliğin önem verdiği manevi aydınlanma Kâtip Çelebi için de
önemlidir. Katip Çelebi, Mizanüʹl-Hak adlı eserinde Hz. Muhammedʹi rüyasında
görüp ondan ders aldığı ve aydınlandığı yazmaktadır. Kâtip Çelebi, age,
s.104-105; Kâtip Çelebi, Keşf-üz-Zünun, C.II, İstanbul 2007, s.565-567.
[14] Devlet
düzenine ilişkin ıslahat layihalarından biri olan Düsturuʹl-Amel
li-Islâhiʹl-Halel isimli eserinde Kâtip Çelebi, “Devlet-i Aliyyeʹnin içinde
bulunduğu sıkıntılardan kurtulması için yazmıştır. Bu layihada “eğer devlet
erkânı tarafından kaale alınmaz ve önemsenmezse en azından kıyamet gününde, bir
âlime düşen, yanlışlıktan uyarma vazifesini yaptığı için kendisinin mazur
olacağını” belirtmiştir. Kâtip Çelebi, DüsturuʹlAmel li-Islâhiʹl-Halel,
Süleymaniye Ktp., Lala İsmail, nr. 343, vr.2b.
[15] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak, Orhan Şaik Gökyay, M.E.B. Yay,
İstanbul, 1993, s. 123.
[16] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak, s. 123.
[17] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak, s. 123.
[18] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak, s. 123.
[19] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak, s. 123.
[20] Kâtip
Çelebi, dünyevi yönetim biçimlerini üç kısımda açıklamıştır: 1. Platonʹun
kuramına göre, halkın bilge ve adaletli bir kral tarafından yönetilmesi
anlamına gelen Monarşiʹdir. Bu sistemde genellikle babadan oğula bir veraset
söz konusudur. Yeryüzündeki devletlerin çoğu bu sistemle yönetilir. 2. Aristotelesʹin
kuramına göre, seçkinler zümresinin yönetiminde olan ve bunlardan birisinin
lider olarak seçildiği Aristokrasiʹdir. Venedik devleti bu şekilde yönetilir.
3. Demokritosʹun görüşü olan ve yöneticilerin halk tarafından seçimle
belirlendiği Demokratik sistemdir. Hollanda ve İngiltere bu sistemle yönetilir.
Kâtip Çelebi, İrşâdüʹl-Hayârâ ilâ Tarihiʹl-Yunân veʹr-Rûm veʹn-Nasârâ,
Hazırlayan: Bilal Yurtoğlu), Atatürk Kültür Merkezi Yay. Ankara, 2012 s.46
[21] Kâtip
Çelebi, Düsturuʹl-Amel li-Islâhiʹl-Halel, vr. 4a. Kâtip Çelebi, Arapça
Fezlekeʹsinde sultanlık makamının özelliğinden ve çeşitlerinden bahseder.
Sultan bir yerde kendisinden başka kuvvet olmayan kimsedir. Bir şehre sahip
olana emir, bir ülkeye sahip olana melik, birden fazla ülkeye hâkim olana ise
sultanüʹl-azam denilir. En üst rütbede bulunan Sultanların Sultanı
(sultanüʹs-salâtîn) ise adına hutbe okunan, para basılan, azil ve atama yetkisi
olan kişidir. Her devrin ve milletin hükümdarlarının farklı lakapları vardır.
Rum hükümdarlarına“Kayser”, İranlılarınkine “Kisra”, Türklerin hakimine
“Hakan”, Araplarınkine “Tübba”, Hint hükümdarlarına da “Fağfur” gibi unvanlar
verilmiştir. Orhan Şaik Gökyay, Kâtip Çelebi, Yaşamı, Kişiliği ve Yapıtlarından
Seçmeler, s.309. Bir başka eserinde ise Hristiyan yöneticilerinin unvanlarını
büyükten küçüğe doğru; imparator (kayser), kral, duka (dük) ve kont olarak
açıklar. İrşâdüʹlHayârâ ilâ Tarihiʹl-Yunân veʹr-Rûm veʹn-Nasârâ (Kâtip
Çelebiʹnin Yunan, Roma ve Hristiyan Tarihi Hakkındaki Risalesi),Hazırlayan:
Bilal Yurtoğlu), Atatürk Kültür Merkezi Yay. Ankara, 2012. s.47-48.
[22] Kâtip
Çelebi, Düsturuʹl-Amel li-Islâhiʹl-Halel, Süleymaniye Kütüphanesi, Lala İsmail,
vr.8a
[23] Kur’an-ı
Kerim, Ali İran, (03)/26.Ayet ve Zumer 37.Ayet.
[24] Kâtip
Çelebi, Takvîmüʹt-Tevârîh (Tıpkıbasım), T.T.K Yay., Ankara 2009, vr.83a.
[25] Katip
Çelebi, Düsturuʹl-Amel li-Islâhiʹl-Halel, Süleymaniye Kütüphanesi, Lala İsmail,
vr.3a-3b.
[26] Kâtip
Çelebi, Tuhfetüʹl-Kibâr Fî Esfâriʹl-Bihâr, s.201.
[27] Kâtip
Çelebi, Takvîmüʹt-Tevârîh, (Tıpkıbasım), vr.83b-84a.
[28] Kâtip
Çelebi, Takvîmüʹt-Tevârîh, (Tıpkıbasım), vr.85a.
[29] Kâtip
Çelebi, Düsturuʹl-Amel li-Islâhiʹl-Halel, vr.9b-11a
[30] Kâtip
Çelebi, Takvîmüʹt-Tevârîh, (Tıpkıbasım), vr.84b.
[31] Orhan
Şaik Gökyay, Kâtip Çelebi, Yaşamı, Kişiliği ve Yapıtlarından Seçmeler, Türkiye
İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1982. s.308.
[32] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak, s. 123.
[33] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak, s. 123
[34] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak, s. 123.
[35] Kâtip
Çelebi, Kanuni, III. Murad, II. Osman, I. Mustafa ve IV. Murad dönemlerini
inceleyerek asker sayıları ile ödenen maaşların istatistiğini çıkarmıştır. Kâtip
Çelebi Düsturuʹl-Amel li-Islâhiʹl-Halel, vr.6b-8a.
[36] Kâtip
Çelebi, Tuhfetüʹl-Kibâr Fî Esfâriʹl-Bihâr, Haz. Orhan Şaik Gökyay, Deniz
Savaşları Hakkında Büyüklere Armağan, Kabala Yay, İstanbul, 2007 s.102-103.
[37] Kâtip
Çelebi, Tuhfetüʹl-Kibâr Fî Esfâriʹl-Bihâr, s.111.
[38] Kâtip
Çelebi, Tuhfetüʹl-Kibâr Fî Esfâriʹl-Bihâr, s.73.
[39] Kâtip
Çelebi, Tuhfetüʹl-Kibâr Fî Esfâriʹl-Bihâr,.114-117.
[40] Kâtip
Çelebi, Tuhfetüʹl-Kibâr Fî Esfâriʹl-Bihâr, s.107-108.
[41] Kâtip
Çelebi, Tuhfetüʹl-Kibâr Fî Esfâriʹl-Bihâr, s.191-196.
[42] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak, s. 99
[43] Seyyid
Şerif Cürcani, XIV. Yüzyıl’da Curcan bölgesinde doğmuş ve Şiraz’da vefat etmiş
bir İslam âlimidir. Eserlerinde daha çok bilgi felsefesi üzerinde durmuş ve
bilgiyi hakikat olarak tanımlamıştır. Bu yaklaşımı ile Gazali’nin şüpheciliğini
eleştirmiş ve Timur dönemi düşünürleri arasında öne çıkmıştır.
[44] Bakara
Suresi 188. Ayet, Kâtip Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak, s. 99.
[45] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.99
[46] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s. 101.
[47] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.118
[48] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.102.
[49] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s. 102.
[50] Kâtip
Çelebi, halktan alınan fazla verginin ülkeyi perişan ettiğini kendi
gözlemlerine dayanarak şöyle açıklamıştır: “Bu risalenin yazarı, 1045 (1635/36)
tarihine gelince, on iki sene Osmanlı memleketlerinde gezip köylerin çoğunu
nasıl harap görmüştür. İran memleketlerinden Hemedan ve Tebriz ülkelerine
vardığında on beş-yirmi konak kadar mesafede bir harap köy görmek vaki
olmamıştır. Yirmi yıla yakın zamanda ise taşralar tamamen berbat olduğu
kuvvetli bir haber olmuştur. Bu bozukluğun bir sebebi de kat kat alınan
vergilerdir.” Kâtip Çelebi, Düsturuʹl-Amel li-Islâhiʹl-Halel, vr.5b. Kâtip
Çelebi farklı bir eserinde, “avarız” denilen, kıtlık, deprem ve savaş gibi
zamanlarda alınan olağanüstü verginin 1501ʹdeki Midilli Seferiʹnde başladığını,
ancak bu tarihten sonra bir daha kaldırılmayıp her yıl alındığını belirtir.
Bunun halka ek yük getirdiğini söyler. Kâtip Çelebi, Tuhfetüʹl-Kibâr Fî
Esfâriʹl-Bihâr, s.39-40.
[51] Kâtip
Çelebi, Düsturuʹl-Amel li-Islâhiʹl-Halel, vr.4b-9b.
[52] Kâtip
Çelebi, Düsturuʹl-Amel li-Islâhiʹl-Halel, , vr.5b-6a
[53] Kâtip
Çelebi, Tuhfetüʹl-Ahyâr fiʹl-Hikem veʹl-Emsâl veʹl-Eşʻâr, Süleymaniye Ktp.,
Esad Efendi, nr. 2539, vr.24b-25a
[54] Kur’an-ı
Kerim, Alak , 4. Ayet.
[55] Kur’an-ı
Kerim, İbrahim, /64. Ayet.
[56] Kâtip
Çelebi, Tuhfetüʹl-Ahyâr fiʹl-Hikem veʹl-Emsâl veʹl-Eşʻâr, Süleymaniye Ktp.,
Esad Efendi, nr. 2539, vr.25b-26a.
[57] Eski
tıp bilimine göre insan vücudunda varlığı kabul edilen ahlat-ı erbaa (dört
karışım) kan, balgam, sevda ve safradan oluşur. Kan hava unsurundan meydana
gelir ve yeri karaciğerdedir. Besin ve solunum gazlarını hücrelere taşıma
görevi olan kan, beden için hayati bir unsurdur. Fazlalığı baş ağrısı ve
tembelliğe neden olurken, azlığı hücrelerin yeterince enerji alamamasına sebep
olur. Balgam soğuk ve rutubetli bir yapıdadır ve su unsurundan meydana gelir.
Bedendeki yeri akciğerdir. Fazlalığı solunum sistemini bozar, benzi sarartır ve
uykudaki ağırlığı artırır. Safra kesesinde yer alan safra ateş unsurundan
oluşur. Aşırı safra asit-baz dengesini bozar, gerekli tepkimeler gerçekleşmez,
bedende sararmalar ortaya çıkar. Sevda ise toprak unsurundan meydana gelmiştir
ve dalakta bulunur. Fazla sevda bedende durgunluk, uykusuzluk ve düşünce
bozukluğuna neden olur. Bu dört ahlat, “bedenin aklı balgamdan, kızıllığı kandan,
karalığı sevdadan, sarılığı safradan olur” şeklinde özetlenmiştir. İbn-i Sina,
El-Kanun Fiʹt-Tıbb (Birinci Kitap), Çeviren: Esin Kahya, Ankara 2009, s.6-25.
[58] Kâtip
Çelebi, Düsturuʹl-Amel li-Islâhiʹl-Halel, Süleymaniye Kütüphanesi, vr.4a-6b.
[59] İnsan
muhtaç olduğu gıdayı sağlamak için kendi cinsiyle yardımlaşmak zorundadır ve
hayvanlardan gelen saldırıları defetmek için hemcinsinden yardım istemek
zorundadır. Bunlardan açıkça anlaşılıyor ki, insan nevi için cemiyet halinde
yaşamak zaruridir. Süleyman Uludağ (Sati el-Husri’den), İbn-i Haldun Üzerine
Araştırmalar, Dergah Yay., İstanbul 2001, s.143
[60] Orhan
Şaik Gökyay, “Kâtip Çelebi”, Türkiye Cumhuriyeti İş Bankası Yay., 2. Baskı, Ankara
s. 117.
[61] Süleyman
Uludağ, İbn Haldun Hayatı Eserleri ve Fikirleri, Ankara 1993, s. 91.
[62] Zeki
Arslantürk, Naima’ ya göre XVII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Yapısı, Ayışığı
Kitapları, İstanbul 1997, s. 61.
[63] Katip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s., 22-23.
[64] 4Orhan
Şaik Gökyay, “Kâtip Çelebi”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ankara 2002, s.
38
[65] Katip
Çelebi, , Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993 , s.105–106
[66] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s. 78.
[67] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.77.
[68] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.77.
[69] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.78
[70] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993 ,s.78.
[71] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993 ,s.. 79
[72] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993 ,s.. 79
[73] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s. 108
[74] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.109
[75] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.109
[76] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.128.
[77] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.65.
[78] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.65.
[79] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.66.
[80] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s. 75
[81] Kâtip Çelebi,
Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.77
[82] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.72.
[83] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.34.
[84] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.68.
[85] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.68.
[86] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.69
[87] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.69
[88] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.70.
[89] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s. 70.
[90] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.71.
[91] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s. 42
[92] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.42.
[93] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.43.
[94] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s. 32.
[95] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.31.
[96] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.31.
[97] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.31.
[98] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.32.
[99] Kâtip
Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.38
[100]
Kâtip Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.33.
[101]
Kâtip Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.35.
[102]
Kâtip Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s. 38
[103]
Kâtip Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.39.
[104]
Nefsi terbiye için az yiyip az uyuyarak dünya lezzetlerinden kurtulma
[105]
Şeyhin yolundan gitmek
[106]
Kâtip Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s. 39.
[107]
Kâtip Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.41
[108]
Kâtip Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.40.
[109]
Kâtip Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s. 22.
[110]
Kâtip Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.18
[111]
Kâtip Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.20.
[112]
Kâtip Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.21.
[113]
Kâtip Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.5.
[114]
Kâtip Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.23
[115]
Kâtip Çelebi, Mizanü’l-Hak Fi İhtiyari’l-Ahak,1993, s.22.


Elinize sağlık hocam
YanıtlaSil