Türk ve Türkî kavramlarını bir
değerlendirmeye tabi tutalım istiyoruz. Çünkü bugün Türk dünyasında
karşılaşılan en bariz kavram kargaşalarından biridir bu. Türkî sözcüğü Türkçe
değildir elbette ama Türkler arasında dahi bu iki kelime artık pek de öyle
dikkat edilmeden kullanılmaya başlandı.
Mustafa ULUSOY
Tarihçi-Yazar
Türk ve Türkî kavramlarını bir
değerlendirmeye tabi tutalım istiyoruz. Çünkü bugün Türk dünyasında
karşılaşılan en bariz kavram kargaşalarından biridir bu. Türkî sözcüğü Türkçe
değildir elbette ama Türkler arasında dahi bu iki kelime artık pek de öyle
dikkat edilmeden kullanılmaya başlandı.
Türk
milletinin etnos (halk) tahlilini yaparken “Türk” kavramının nasıl
kullanıldığını anlamaya çalışmalıyız. Bu durumda vatandaşlık esası olarak
“Türk”, Türk antropolojik, etnografik olarak “Türk” kökenli olmayanların da
anayasaya bağlanma durumu, ortak dili kullanma, ortak geçmişi sahiplenme, ortak
hedefe yürüme ve ortak vatanda yaşama olarak tanımlanabilir ki burada hâkim bir
Türk kültürü anlayışını yadsımak mümkün değildir. Bu durumun tarihi ve
sosyolojik ve hatta siyasi boyutunu anlayabilmek adına tarihi bir gerçekliği
bilmeliyiz. Türk İmparatorluklarının topraklarında yaşamayanlar için şöyle bir
genelleme mevcuttur, Türk İmparatorluklarında yaşayan
her kim varsa, Türkçe
konuşsun veya konuşmasın, inancı ne olursa olsun Türklere bağlı ve Türklerin
halkından olduğu için yabancılar tarafından Türk olarak kabul edilir muhatap
olunur ve ona Türk’müş gibi muamele edilirdi. Avrupalıların bu anlayışından
dolayıdır ki Fransız İhtilali’nden sonra oluşmuş ulus devlet modelleri, benzer
anlayışla kurulmuşlardır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunda da bu
anlayışın tezahürlerini görüyoruz. “Türk”ün bütün bu kavramlarının yanı sıra
bir de Türkiye’nin dışında yaşayan, ana Türkçenin değişik kollarında konuşan
Türkler var. Kazaklar, Türkmenler, Karakalpaklar, Özbekler, Karaçaylar,
Çuvaşlar, Sahalar…
“Türk”, bizzat “Türk” manasında, ama “Türkî”, “Türk”
olmayan fakat “Türk”e benzeyen (herhangi bir şeyiyle), “Türk”e ait olan “Türk”
gibi manalar taşıyor. Bu kelimelerin İngilizcesi “Turkish ve Turkic”, Rusçası
ise “турок ve тюрок, turok ve tyurok”, Türk ve Türkî ifadelerinin aynıları. Muhakkak
ki topluluk adlandırmasının (etnonim) Türkler için neden böyle şekillendiğini
bilmemiz gerekiyor.
Kavramların
ne anlama geldiği veya gelmesi gerektiği konusunda kısa bir örnek vererek esas
konumuza dönelim. Türkçe bazı metinlerde Türklerin “göçebe” olduğundan
bahsedilir. Kelime Rusça’da “кочевой-кочевник, koçevoy-koçevnik”; İngilizce’de
ise “nomad” olarak karşılanıyor ama burada bir sorun var gibi. Biliyoruz ki
Çingeneler de göçebe yaşam tarzını benimsemişlerdir. Hal böyleyken Türkler ile
Çingenelerin göçebeliği arasında bir fark olması gerekmez mi? Çünkü
Çingenelerin göçebeliğinde “vatan” kavramı “karnın doyduğu” yerdir ve bu zaman
kavramına bağlı olarak değişebilir. Dahası bu göçebelik pek düzenli değildir,
gelişigüzeldir; ama Türklerin göçebeliğinde “vatan, yurt ve ülke” kavramları ve
“disiplin” kendini iyiden iyiye hissettirir. O zaman neden iki göçme tarzının
da ifadesi aynı? Kelimenin doğru kullanımı Türkler için “konar-göçer”dir ve bu
kavramın tanımı biz yapmışızdır, çünkü nüansları biz görmüşüzdür.
Türkî
kavramının nereden kaynaklandığı konusunda ise tam olarak bir bilgi sahibi
değiliz ama “Türkî” ifadesinin sonundaki nispet “i”si kavramın Fars, Soğd, Hint
veya bunlardan daha uzak bir olasılık olarak Arap kökenli olduğunu bize
gösterir. Rusça ve İngilizceye bu kavramın yerleşmesi konusunda da bir tahmin
yürütürsek muhtemeldir ki İngilizler Türk ve Türkî kavramlarını Ruslardan aldı;
tam tersi de olabilir. Çünkü Ruslar uzun yıllar boyu doğu Türklüğü’nün
Müslümanlık ve Türklük bilincini yıkmak için hem Çarlık döneminde hem Sovyet
döneminde yıllarca uğraştı. Bu kavramın Rusça’ya nasıl geçtiğine dair bir tahminde
bulunursak da Çarlık Rusya’da yaşayan İran kökenli kavimlerin etkisinden
veyahut Çarlık Rusya ile Safevî Devleti arasındaki ilişkiden söz etmemiz mümkün
gibidir. Bu varsayımlar üzerinden ulaştığımız yerden ardımıza dönüp
baktığımızda Rusların Türk-Türkî kavramlarını amaçları doğrultusunda kullanma konusunda
başarısız sayılmadıklarını göreceğiz.
Bu konuyu
bu noktada örneklendirelim. Gumilev’e göre: “VI. yüzyılda Altay ve Hanghai dağları arasında yaşayan küçük bir halka
“Türkî” deniyordu. Bahsettiği Türkîler hiç şüphesiz Hunların varisi Göktürkler
idi. “Türkîler” “birkaç” başarılı savaşın ardından kendi topraklarını
Kingan’dan Azak Denizi’ne kadar genişlettiler. Daha sonra bu birkaç savaşla
büyümüş devletin halkına, her biri etnik kimliklerini korumakla beraber “Türkî”
denmeye başlandı. Araplar, Soğdların ülkesini istila ettiklerinde
konar-göçerlerle karşılaştılar ve bundan dolayı da göçebelerin hepsini,
Ugor-Madyarları da dâhil “Türkî” olarak kabul ettiler. Avrupalı bilim adamları
ise XVIII. asra gelindiğinde bütün göçebeleri “Les Tatars” diye
adlandırırlardı. XIX. asırda ise artık dil tasnifinin “moda” olduğu günlerde,
“Türkî” kelimesi belli bir dil grubuna ıtlak edildi. Böylece daha önce
Türklerin terkibine dâhil olmayan birçok halk, örneğin, Yakutlar, Çuvaşlar ve
Osmanlı Türkleri de “Türkî” sınıfına dâhil edildiler.”[1] durum
bundan ibarettir.
Bengi taşlardaki Türk kelimesiyle günümüzdeki Türk
kelimesi arasında nasıl bir farkın olduğunun ortaya konulması lazım değil
midir? Çuvaşlar, Yakutlar, Anadolu’daki Türkler; “Türkî” değildir. Kazaklar,
Özbekler, Kırgızlar Türkîdirler ibaresi ne kadar mantıklıdır? Dahası
Göktürklerin kendilerine var oluşlarından itibaren “Türkî” diyebilme olasılığı
ne kadar olabilir? Akla ilk gelen bilimsel anlamda kavram kargaşasına yol
açmamak adına böyle bir adlandırmaya gidildiğini düşünmek pekâlâ mümkündür ve
fakat zaten Gumilev’e göre sözgelimi Özbekler Türkçe konuşan Tacik topluluğu;
Kazaklar ise Türkçe konuşan Moğollar topluluğudur. İşbu Rus Türkolojisinin bu
kasıtlı ırkçılık ötesi yorumu zaten Rusların amaçlarını ortaya koymaktadır.
Rusların,
doğu Türklüğü ile batı Türklüğü’nün birbirleriyle iletişimini koparacak bir
belirsizlik içinde olmasını istediği için bu kavramları sunduğu rahatlıkla
söylenebilir. Elbette Hazar’ın kuzey hattında Rusya’nın güney hattında Safevî
ve diğer Türk hanedanlarının Türkistan ile Türkiye arasında aşılması zor
engeller olmaları ve hatta Osmanlı ile Türkistan hanlıklarının birbirlerine
kayıtsız kalmaları da bu çelişkinin oluşmasında etkilidir. Fakat ne kadar olsa da XX. asrın başına kadar
bilhassa doğu Türklerinin aydınları Türkçülük ve Turancılık için birçok şey
söylemişlerdi. Hatta doğu Türklerinin edebi eserlerinde Türklük’ten ne
anladıkları gayet açıktır. Bu meyanda ilk akla gelenlerden biri Mağcan
Cumabay’ın meşhur Türkistan şiiridir yahut Alaş Orda marşıdır.
Biz
ise durumun bir an için bilimsel olduğunu varsayalım. İlim adamları Hazar’ın
doğusundaki ve batısındaki Türkleri birbirinden ilmi manada ayırt etmek için bu
ifadeyi kullanıyorlar. Ama biz biliyoruz ki Ruslar Don Kazaklarıyla, Kazakları
bir birinden ismen ayırt etmek için Kazaklara “Kırgız” demişti hatta Kırgızlar için
de “Kara Kırgız” ifadesi kullanılıyordu[2]. Veya
bugün Rusya’da yaşayan Sahalara “Yakut” denmesi de buna verilecek bir örnektir.
Bu tip kullanımlar Rusların sosyal ilimler anlayışında sık sık görülür. Çünkü
Ruslar, insanların bir yerden ilintiler ve ilişkiler keşfetmesini istemiyordu.
Başka
bir ayrıntı da Rusların Türkiye’de yaşayan Türklerle, Orta Asya’da yaşayan
Türkler arasında iletişimin olmasını hiç mi hiç istemedikleri gerçeğidir. Bu
meyanda Step Genel valisi Karpov, Türkistan genel valisi Mayor Taube’ye yazdığı
bir tavsiye mektubunda şöyle diyordu:
Türk
devletlerinin sadece Türkiye’yle değil kendi aralarındaki işbirliği de ümit edilen
şekilde olmadı. Gregory Gleason yazdığı bir makalesinde bu durumu şöyle
dillendiriyor: “1990 yazında Almatı’da
yapılan ve kendisinden çok bahsedilen “zirve toplantısı”nın hemen sonrasında,
beş Orta Asya cumhuriyetinin devlet başkanları alışılmışın dışında ve oldukça
aydınlatıcı bir resmi bildiri yayınladı. Bildiri sitayişle, Orta Asya
cumhuriyetlerinin coğrafyaları, birbiri ile alakalı ekonomileri ve ortak
değerlerinin yakın aile ilişkisi, gelenekleri ve diğer kültürel adetleri
vasıtasıyla birbirlerine kenetlenmiş oldukları görüşünü belirtti. Fakat
bildiri, Orta Asya devletlerini çıkarları ve geçmişlerinin ortaklığının altını
çizmekle beraber, Orta Asya cumhuriyetlerinin mevcut sınırlarının “dokunulamaz”
ve diğer cumhuriyetlerin rızası olmaksızın “kimsenin arzusu” ile değiştirilemez
olduğunu da resmiyetin dışında ekledi.”[4]
Gleason,
meseleyi sınırlar açısından yorumlamış, sınırlar konusuna da yer verilebilirdi
ama biz işin tarihi, kültürel ve mili pozisyonuna bakmak istiyoruz. Bildiride
gözümüze çarpan kültürel ve tarihi bağlara atıflar yapılması, yani bildirinin
hülasası biz aynı köklerden gelmiş toplumlarız. Aynı zamanda Orta Asya’da
yaşayan Türkler için bir dil birliğinden de pekâlâ bahsedebiliriz. Somut bir
örnekleme ile Kazakçayı ya da Kırgızcayı veya Özbekçeyi öğrenen herhangi biri,
Orta Asya’da hatta Deşt-i Kıpçak’ta rahatça dolaşabilir, insanlarla sohbet
edebilir. Demek ki bu insanlar arasında bir dil birliğinin varlığı somut olarak
ortada durmaktadır. Yaşadıkları coğrafya’nın da aynı olduğunu düşünürsek; madem
bu insanlar arasında dil, kültür (inanç) ve tarih birliği vardır; o zaman tek bir millet olamayışlarının ya da
neden bir birlik kurulamadığı sorularının cevabı geçmişte izlenen
farklılaştırma politikaları ve burada kullanılan argümanlarda yatmaktadır.
Meselenin
idrakinde en önemli rol oynayan şey kavramlar ve kavramları tanımlamak
ise; meseleyi başka bir açıdan
değerlendirelim. Türkiye’de yaşayan birçok kavim vardır, Türkmenler, Tatarlar,
Kürtler, Çerkezler, Kazaklar vs… Ama hepsinin birleştiği birkaç ortak nokta
vardır. Bunlardan bir tanesi de “vatandaşlık bağıdır”. Türkiye Cumhuriyetine
vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes, kanun önünde etnisitesine bakılmaksızın
eşittir ve “Türk”tür. Bunu bir Türk vatandaşının anlaması çok da zor değildir;
ama bunu bir Kazak’a anlatmak çok güçtür. Çünkü bir Kazak’ın veya herhangi bir
Sovyetler bakiyesi devletin herhangi bir vatandaşının terbiyesinde “millet”
anlayışı yoktur, o insan için, ancak birlikte yaşayabilecek yeteneğe sahip
etnisiteler vardır ve bir şekilde birlikte yaşarlar. Onun nazarında Türkiye’de
yaşayan Kazak “Kazak”tır, “Türk” değildir, Uygur “Uygur”dur “Türk” değildir.
Çünkü bir Sovyet insanı için “Türk” de bir etnisitedir.
Sonuç olarak
Türk ve Türkî çelişkisi (paradoksu) Rusların hem Çarlık hem de Sovyetler
döneminde yayılmacılık politikalarında önemli bir etmen olarak elde tutulmuş ve
dahası Rusların yanlış “millet”leştirme politikası konusunda çok etkili bir
argüman olarak kullanılmıştır. Görülüyor ki başarısız da olmamıştır. Bugün bir
Karakalpak bir Nogay’la aynı dili konuştuğunun, aynı adetlere sahip olduğunun
farkındadır. Ama bu onun için çok da bir şey ifade etmez. Bu durumu ona
sorduğunuzda da biz hepimiz Türkîyiz gibi bir cevap alabilirsiniz. Türkî olmak
ne demek bunu pek düşünmezler. Çünkü eğitim süreçlerinin çok önemli bir
bölümünde etnojenezlerinin hangi açıdan farklı olduğun “bilimsel” olarak
gösterilmiştir. Şüphesiz “Büyük Rus Halkı”nın
gölgesi altındaki etnik gruplar olarak. Kaldı ki Türk-Türkî çelişkisi hal-i
hazırda Türkiye’de yaşayan Türklerin de dillerine pelesenk olmuş durumdadır ve
giderek yaygınlaşmaktadır. Önü alınamazsa da doğu Türklüğüyle batı Türklüğü
arasında zihinlerde ve gönüllerde yeni ve büyük bir uçurum daha oluşacaktır.
[1] Gumilyöv Lev Nikolayeviç,
çev. Ahsen Batur; Etnogenez Halkların Şekillenişi Yükseliş ve Düşüşleri,
Selenge Yayınları, İstanbul 2003, s. 109
[2]
http://yordam.manas.kg/ekitap/pdf/Manasdergi/sbd/sbd4/sbd-401.pdf
[3] Adilbayev Alau, “Çarlık Döneminde Kazak Topraklarında
Yürütülen Ruslaştırma Faaliyetleri”,
Bilig, S. 23, 2002 Güz, s. 71
[4] Gleason Gregory, “Orta Asya’da 1924 Sınır Düzenlemeleri:
Modern Sınır İlişkilerinin Tarihi Boyutları”, Türkler, Yeni Türkiye
Yayınları, cilt 18, s.854, Ankara 2002
Hocam aramıza katılıp destek verdiniz. Teşekkür ederiz
YanıtlaSilHocam herzamanki gibi harikasınız , elinize sağlık :) 👌🏻
YanıtlaSilElinize sağlık hocam çok güzel olmuş
YanıtlaSil