Türk-Türkî Çelişkisi (Paradoksu) - akademitarih

EN YENİ MAKALELER

Post Top Ad

Your Ad Spot

13 Temmuz 2020 Pazartesi

Türk-Türkî Çelişkisi (Paradoksu)



Türk ve Türkî kavramlarını bir değerlendirmeye tabi tutalım istiyoruz. Çünkü bugün Türk dünyasında karşılaşılan en bariz kavram kargaşalarından biridir bu. Türkî sözcüğü Türkçe değildir elbette ama Türkler arasında dahi bu iki kelime artık pek de öyle dikkat edilmeden kullanılmaya başlandı.







Mustafa ULUSOY
    Tarihçi-Yazar













Türk ve Türkî kavramlarını bir değerlendirmeye tabi tutalım istiyoruz. Çünkü bugün Türk dünyasında karşılaşılan en bariz kavram kargaşalarından biridir bu. Türkî sözcüğü Türkçe değildir elbette ama Türkler arasında dahi bu iki kelime artık pek de öyle dikkat edilmeden kullanılmaya başlandı.

Türk milletinin etnos (halk) tahlilini yaparken “Türk” kavramının nasıl kullanıldığını anlamaya çalışmalıyız. Bu durumda vatandaşlık esası olarak “Türk”, Türk antropolojik, etnografik olarak “Türk” kökenli olmayanların da anayasaya bağlanma durumu, ortak dili kullanma, ortak geçmişi sahiplenme, ortak hedefe yürüme ve ortak vatanda yaşama olarak tanımlanabilir ki burada hâkim bir Türk kültürü anlayışını yadsımak mümkün değildir. Bu durumun tarihi ve sosyolojik ve hatta siyasi boyutunu anlayabilmek adına tarihi bir gerçekliği bilmeliyiz. Türk İmparatorluklarının topraklarında yaşamayanlar için şöyle bir genelleme mevcuttur, Türk İmparatorluklarında yaşayan
her kim varsa, Türkçe konuşsun veya konuşmasın, inancı ne olursa olsun Türklere bağlı ve Türklerin halkından olduğu için yabancılar tarafından Türk olarak kabul edilir muhatap olunur ve ona Türk’müş gibi muamele edilirdi. Avrupalıların bu anlayışından dolayıdır ki Fransız İhtilali’nden sonra oluşmuş ulus devlet modelleri, benzer anlayışla kurulmuşlardır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunda da bu anlayışın tezahürlerini görüyoruz. “Türk”ün bütün bu kavramlarının yanı sıra bir de Türkiye’nin dışında yaşayan, ana Türkçenin değişik kollarında konuşan Türkler var. Kazaklar, Türkmenler, Karakalpaklar, Özbekler, Karaçaylar, Çuvaşlar, Sahalar…

 “Türk”, bizzat “Türk” manasında, ama “Türkî”, “Türk” olmayan fakat “Türk”e benzeyen (herhangi bir şeyiyle), “Türk”e ait olan “Türk” gibi manalar taşıyor. Bu kelimelerin İngilizcesi “Turkish ve Turkic”, Rusçası ise “турок ve тюрок, turok ve tyurok”, Türk ve Türkî ifadelerinin aynıları. Muhakkak ki topluluk adlandırmasının (etnonim) Türkler için neden böyle şekillendiğini bilmemiz gerekiyor.

Kavramların ne anlama geldiği veya gelmesi gerektiği konusunda kısa bir örnek vererek esas konumuza dönelim. Türkçe bazı metinlerde Türklerin “göçebe” olduğundan bahsedilir. Kelime Rusça’da “кочевой-кочевник, koçevoy-koçevnik”; İngilizce’de ise “nomad” olarak karşılanıyor ama burada bir sorun var gibi. Biliyoruz ki Çingeneler de göçebe yaşam tarzını benimsemişlerdir. Hal böyleyken Türkler ile Çingenelerin göçebeliği arasında bir fark olması gerekmez mi? Çünkü Çingenelerin göçebeliğinde “vatan” kavramı “karnın doyduğu” yerdir ve bu zaman kavramına bağlı olarak değişebilir. Dahası bu göçebelik pek düzenli değildir, gelişigüzeldir; ama Türklerin göçebeliğinde “vatan, yurt ve ülke” kavramları ve “disiplin” kendini iyiden iyiye hissettirir. O zaman neden iki göçme tarzının da ifadesi aynı? Kelimenin doğru kullanımı Türkler için “konar-göçer”dir ve bu kavramın tanımı biz yapmışızdır, çünkü nüansları biz görmüşüzdür.

Türkî kavramının nereden kaynaklandığı konusunda ise tam olarak bir bilgi sahibi değiliz ama “Türkî” ifadesinin sonundaki nispet “i”si kavramın Fars, Soğd, Hint veya bunlardan daha uzak bir olasılık olarak Arap kökenli olduğunu bize gösterir. Rusça ve İngilizceye bu kavramın yerleşmesi konusunda da bir tahmin yürütürsek muhtemeldir ki İngilizler Türk ve Türkî kavramlarını Ruslardan aldı; tam tersi de olabilir. Çünkü Ruslar uzun yıllar boyu doğu Türklüğü’nün Müslümanlık ve Türklük bilincini yıkmak için hem Çarlık döneminde hem Sovyet döneminde yıllarca uğraştı. Bu kavramın Rusça’ya nasıl geçtiğine dair bir tahminde bulunursak da Çarlık Rusya’da yaşayan İran kökenli kavimlerin etkisinden veyahut Çarlık Rusya ile Safevî Devleti arasındaki ilişkiden söz etmemiz mümkün gibidir. Bu varsayımlar üzerinden ulaştığımız yerden ardımıza dönüp baktığımızda Rusların Türk-Türkî kavramlarını amaçları doğrultusunda kullanma konusunda başarısız sayılmadıklarını göreceğiz.

 Bu konuyu bu noktada örneklendirelim. Gumilev’e göre: “VI. yüzyılda Altay ve Hanghai dağları arasında yaşayan küçük bir halka “Türkî” deniyordu. Bahsettiği Türkîler hiç şüphesiz Hunların varisi Göktürkler idi. “Türkîler” “birkaç” başarılı savaşın ardından kendi topraklarını Kingan’dan Azak Denizi’ne kadar genişlettiler. Daha sonra bu birkaç savaşla büyümüş devletin halkına, her biri etnik kimliklerini korumakla beraber “Türkî” denmeye başlandı. Araplar, Soğdların ülkesini istila ettiklerinde konar-göçerlerle karşılaştılar ve bundan dolayı da göçebelerin hepsini, Ugor-Madyarları da dâhil “Türkî” olarak kabul ettiler. Avrupalı bilim adamları ise XVIII. asra gelindiğinde bütün göçebeleri “Les Tatars” diye adlandırırlardı. XIX. asırda ise artık dil tasnifinin “moda” olduğu günlerde, “Türkî” kelimesi belli bir dil grubuna ıtlak edildi. Böylece daha önce Türklerin terkibine dâhil olmayan birçok halk, örneğin, Yakutlar, Çuvaşlar ve Osmanlı Türkleri de “Türkî” sınıfına dâhil edildiler.”[1] durum bundan ibarettir.

Bengi taşlardaki Türk kelimesiyle günümüzdeki Türk kelimesi arasında nasıl bir farkın olduğunun ortaya konulması lazım değil midir? Çuvaşlar, Yakutlar, Anadolu’daki Türkler; “Türkî” değildir. Kazaklar, Özbekler, Kırgızlar Türkîdirler ibaresi ne kadar mantıklıdır? Dahası Göktürklerin kendilerine var oluşlarından itibaren “Türkî” diyebilme olasılığı ne kadar olabilir? Akla ilk gelen bilimsel anlamda kavram kargaşasına yol açmamak adına böyle bir adlandırmaya gidildiğini düşünmek pekâlâ mümkündür ve fakat zaten Gumilev’e göre sözgelimi Özbekler Türkçe konuşan Tacik topluluğu; Kazaklar ise Türkçe konuşan Moğollar topluluğudur. İşbu Rus Türkolojisinin bu kasıtlı ırkçılık ötesi yorumu zaten Rusların amaçlarını ortaya koymaktadır.

Rusların, doğu Türklüğü ile batı Türklüğü’nün birbirleriyle iletişimini koparacak bir belirsizlik içinde olmasını istediği için bu kavramları sunduğu rahatlıkla söylenebilir. Elbette Hazar’ın kuzey hattında Rusya’nın güney hattında Safevî ve diğer Türk hanedanlarının Türkistan ile Türkiye arasında aşılması zor engeller olmaları ve hatta Osmanlı ile Türkistan hanlıklarının birbirlerine kayıtsız kalmaları da bu çelişkinin oluşmasında etkilidir.  Fakat ne kadar olsa da XX. asrın başına kadar bilhassa doğu Türklerinin aydınları Türkçülük ve Turancılık için birçok şey söylemişlerdi. Hatta doğu Türklerinin edebi eserlerinde Türklük’ten ne anladıkları gayet açıktır. Bu meyanda ilk akla gelenlerden biri Mağcan Cumabay’ın meşhur Türkistan şiiridir yahut Alaş Orda marşıdır.

Biz ise durumun bir an için bilimsel olduğunu varsayalım. İlim adamları Hazar’ın doğusundaki ve batısındaki Türkleri birbirinden ilmi manada ayırt etmek için bu ifadeyi kullanıyorlar. Ama biz biliyoruz ki Ruslar Don Kazaklarıyla, Kazakları bir birinden ismen ayırt etmek için Kazaklara “Kırgız” demişti hatta Kırgızlar için de “Kara Kırgız” ifadesi kullanılıyordu[2]. Veya bugün Rusya’da yaşayan Sahalara “Yakut” denmesi de buna verilecek bir örnektir. Bu tip kullanımlar Rusların sosyal ilimler anlayışında sık sık görülür. Çünkü Ruslar, insanların bir yerden ilintiler ve ilişkiler keşfetmesini istemiyordu.

Başka bir ayrıntı da Rusların Türkiye’de yaşayan Türklerle, Orta Asya’da yaşayan Türkler arasında iletişimin olmasını hiç mi hiç istemedikleri gerçeğidir. Bu meyanda Step Genel valisi Karpov, Türkistan genel valisi Mayor Taube’ye yazdığı bir tavsiye mektubunda şöyle diyordu:
 “…Stepte Rusların faaliyetlerine isyan edenlerin Hükümet güçleri tarafından ağır şekilde cezalandırılmalı; bunun için bölgeye asker istenilmeli. Yeni camilerin inşa edilmesinin yasaklanmalı. Kazak çocuklar eğitimleri için İstanbul’a gönderilmemeli…”. Karpov’un bu mektupta ifade ettiği başka bir husus da bu tavsiyeleri verirken kendisinin bugüne kadar ne yaptığıydı. Karpov’un kendi beyanıyla yaptıkları arasında ilginç bir nokta; “…Bozkır’da Tatarların, Buharalıların (Özbekler) ve Türklerin İslam dini için var olan çabalarını engellemek…”ti[3]. Buradan İslam’a karşı alınan tedbirler ile birlikte görülmesi gereken başka bir nokta da o dönemde Anadolu Türkleriyle Orta Asya Türklüğü arasında bir iletişimin varlığının kabul edilmiş olmasıdır.  Bugün değerlendirdiğimizde Rusların, bu bağları koparmak için neler yaptığını ve bunları neden yaptığını anlama şansı bulmamız mümkündür.

Türk devletlerinin sadece Türkiye’yle değil kendi aralarındaki işbirliği de ümit edilen şekilde olmadı. Gregory Gleason yazdığı bir makalesinde bu durumu şöyle dillendiriyor: “1990 yazında Almatı’da yapılan ve kendisinden çok bahsedilen “zirve toplantısı”nın hemen sonrasında, beş Orta Asya cumhuriyetinin devlet başkanları alışılmışın dışında ve oldukça aydınlatıcı bir resmi bildiri yayınladı. Bildiri sitayişle, Orta Asya cumhuriyetlerinin coğrafyaları, birbiri ile alakalı ekonomileri ve ortak değerlerinin yakın aile ilişkisi, gelenekleri ve diğer kültürel adetleri vasıtasıyla birbirlerine kenetlenmiş oldukları görüşünü belirtti. Fakat bildiri, Orta Asya devletlerini çıkarları ve geçmişlerinin ortaklığının altını çizmekle beraber, Orta Asya cumhuriyetlerinin mevcut sınırlarının “dokunulamaz” ve diğer cumhuriyetlerin rızası olmaksızın “kimsenin arzusu” ile değiştirilemez olduğunu da resmiyetin dışında ekledi.”[4]

Gleason, meseleyi sınırlar açısından yorumlamış, sınırlar konusuna da yer verilebilirdi ama biz işin tarihi, kültürel ve mili pozisyonuna bakmak istiyoruz. Bildiride gözümüze çarpan kültürel ve tarihi bağlara atıflar yapılması, yani bildirinin hülasası biz aynı köklerden gelmiş toplumlarız. Aynı zamanda Orta Asya’da yaşayan Türkler için bir dil birliğinden de pekâlâ bahsedebiliriz. Somut bir örnekleme ile Kazakçayı ya da Kırgızcayı veya Özbekçeyi öğrenen herhangi biri, Orta Asya’da hatta Deşt-i Kıpçak’ta rahatça dolaşabilir, insanlarla sohbet edebilir. Demek ki bu insanlar arasında bir dil birliğinin varlığı somut olarak ortada durmaktadır. Yaşadıkları coğrafya’nın da aynı olduğunu düşünürsek; madem bu insanlar arasında dil, kültür (inanç) ve tarih birliği vardır;  o zaman tek bir millet olamayışlarının ya da neden bir birlik kurulamadığı sorularının cevabı geçmişte izlenen farklılaştırma politikaları ve burada kullanılan argümanlarda yatmaktadır.

Meselenin idrakinde en önemli rol oynayan şey kavramlar ve kavramları tanımlamak ise;  meseleyi başka bir açıdan değerlendirelim. Türkiye’de yaşayan birçok kavim vardır, Türkmenler, Tatarlar, Kürtler, Çerkezler, Kazaklar vs… Ama hepsinin birleştiği birkaç ortak nokta vardır. Bunlardan bir tanesi de “vatandaşlık bağıdır”. Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes, kanun önünde etnisitesine bakılmaksızın eşittir ve “Türk”tür. Bunu bir Türk vatandaşının anlaması çok da zor değildir; ama bunu bir Kazak’a anlatmak çok güçtür. Çünkü bir Kazak’ın veya herhangi bir Sovyetler bakiyesi devletin herhangi bir vatandaşının terbiyesinde “millet” anlayışı yoktur, o insan için, ancak birlikte yaşayabilecek yeteneğe sahip etnisiteler vardır ve bir şekilde birlikte yaşarlar. Onun nazarında Türkiye’de yaşayan Kazak “Kazak”tır, “Türk” değildir, Uygur “Uygur”dur “Türk” değildir. Çünkü bir Sovyet insanı için “Türk” de bir etnisitedir.

Sonuç olarak Türk ve Türkî çelişkisi (paradoksu) Rusların hem Çarlık hem de Sovyetler döneminde yayılmacılık politikalarında önemli bir etmen olarak elde tutulmuş ve dahası Rusların yanlış “millet”leştirme politikası konusunda çok etkili bir argüman olarak kullanılmıştır. Görülüyor ki başarısız da olmamıştır. Bugün bir Karakalpak bir Nogay’la aynı dili konuştuğunun, aynı adetlere sahip olduğunun farkındadır. Ama bu onun için çok da bir şey ifade etmez. Bu durumu ona sorduğunuzda da biz hepimiz Türkîyiz gibi bir cevap alabilirsiniz. Türkî olmak ne demek bunu pek düşünmezler. Çünkü eğitim süreçlerinin çok önemli bir bölümünde etnojenezlerinin hangi açıdan farklı olduğun “bilimsel” olarak gösterilmiştir. Şüphesiz “Büyük Rus Halkı”nın gölgesi altındaki etnik gruplar olarak. Kaldı ki Türk-Türkî çelişkisi hal-i hazırda Türkiye’de yaşayan Türklerin de dillerine pelesenk olmuş durumdadır ve giderek yaygınlaşmaktadır. Önü alınamazsa da doğu Türklüğüyle batı Türklüğü arasında zihinlerde ve gönüllerde yeni ve büyük bir uçurum daha oluşacaktır.


[1] Gumilyöv Lev Nikolayeviç, çev. Ahsen Batur; Etnogenez Halkların Şekillenişi Yükseliş ve Düşüşleri, Selenge Yayınları, İstanbul 2003, s. 109
[2] http://yordam.manas.kg/ekitap/pdf/Manasdergi/sbd/sbd4/sbd-401.pdf
[3] Adilbayev Alau, “Çarlık Döneminde Kazak Topraklarında Yürütülen Ruslaştırma Faaliyetleri”, Bilig, S. 23, 2002 Güz, s. 71
[4] Gleason Gregory, “Orta Asya’da 1924 Sınır Düzenlemeleri: Modern Sınır İlişkilerinin Tarihi Boyutları”, Türkler, Yeni Türkiye Yayınları, cilt 18, s.854, Ankara 2002

3 yorum:

  1. Hocam aramıza katılıp destek verdiniz. Teşekkür ederiz

    YanıtlaSil
  2. Hocam herzamanki gibi harikasınız , elinize sağlık :) 👌🏻

    YanıtlaSil
  3. Elinize sağlık hocam çok güzel olmuş

    YanıtlaSil

Sayın takipçilerimiz hakaret etmeden yorumlarınızı yapabilirsiniz.

Post Top Ad

Your Ad Spot