Westphalian Devletler Sistemi ve Modernleşmenin Geleneksel Dünyanın Büyük Güçleri Olan İmparatorluklara Etkisi |
Dr. Merve Suna ÖZEL ÖZCAN Dr. Araştırma Görevlisi, Kırıkkale Üniversitesi,
Uluslararası İlişkiler Bölümü Westphalian Devletler Sistemi ve Modernleşmenin Geleneksel Dünyanın Büyük Güçleri Olan İmparatorluklara EtkisiGiriş Tarih kronolojik olarak birbirini takip eden gelişmelerin
sonucunda şekillenen büyük dönüşümleri bize sunmaktadır. Bu açıdan
imparatorlukların ve uluslararası alanın, değişen yapı ve doğasını okurken
doğrudan Westphalia yerine, öncesine odaklanmak sürecin değişimini anlamamızda
farklı noktaları da görmemizi sağlayacaktır. X. ve XIII. yüzyıllara
bakıldığında Avrasya sisteminin güçlü yapısı devam etmekle birlikte, Avrupa
ticaretinin bu dönemde Avrasya ticaretiyle olan bağı sayesinde zenginleşmeye
başladığı görülmektedir. Böylece XI. yüzyılda Avrupa, Doğu ve İslam
Medeniyetinin yörüngesinde yer almaktayken, XVI. yüzyılda durum hızla
değişmiştir.1 XVI. yüzyıl itibariyle Doğu’nun gücü karşısında Avrupa dünya
ilişkilerinde kendi sistemini kurma girişimlerine başlamıştır. Avrupa’da
Aydınlanma, Rönesans ve Reform ile modernleşme süreci hız kazanırken, Doğu’da
geleneksel dünyanın güçlü imparatorlukları oluşmakta olan bu yeni sistemin
uzağında birkaç yüzyıl daha varlıklarını sürdüreceklerdir. Avrupa’nın yaşadığı
bu süreç esasında modern imparatorlukların ortaya çıkışına ve geleneksel
imparatorlukların son bulmasına yol açacak bir dönemin başlangıcıdır. Avrupa’nın başlattığı sömürgeci faaliyetler, mezhep
savaşları, devrimler gibi pek çok gelişmenin küresel etkileri uluslararası
alanda hızlı bir dönüşüm yaratmıştır. Sözü edilen gelişmeler, sadece dış
politikada değil iç politik alanda siyasi, kültürel, sosyal ve iktisadi dönüşüm
yaşanmasına ve modern dünyayı şekillendirmiştir. Pek çok akademisyen açısından
milat olarak görülen, 1648 Westphalia Barışı ile birlikte dünya ve uluslararası
sistem yeni bir sürece girmiştir. Bu barışla ortaya çıkan Westphalian Devletler
Sistemi esasen Batı’nın hegemonik üstünlüğünün uluslararası alanda öne
çıkmasını sağlamıştır. Aydınlanma fikirleri Avrupa’da devrimler çağını tetiklemiştir.
Bu devrimler, alt kesimden ziyade, üst kesim tarafından desteklenen
düşünürlerin muhalif görüşleri sonucunda gerçekleşmiştir. Fransa’da Descartes,
Hollanda’da Spinoza, Almanya’da Leibniz, İngiltere’de Locke ve daha birçok
düşünürün bilimde rasyonalitenin, ampirik gözlemin, siyasi ve toplumsal alanda
özgürlüğün, eşitliğin, mülkiyet haklarının üzerine fikirlerini beyan etmeye
başlaması esasen değişen birey ve siyasi güç algısının da önemli bir örneğidir.
Bu dönemde fikirlerin teorik gerçekliklerinden farklı olarak, düşünürlerin
otokrat kral ya da imparatorları ziyaretlerinin doğal karşılanması önemli bir
ayrıntıdır.[1]
Çünkü modern imparatorluklar sürecinin başlamasına karşın hala geleneksel dönem
imparatorluklarının mutlakiyetçi yapılarına olan bağ devam etmektedir. Bu bize
Westphalian Devletler Sisteminin oluşmaya başladığı ilk yüzyıllarda dahi
imparatorluklara olan yaklaşımın hızla değişmediği ya da değişemediğini
göstermektedir. Siyasi ve fikri değişimler pek çok aydın tarafından desteklense
de imparatorlukların sahip olduğu güç alanları varlığını uzun bir süre
koruyacaktır. Nitekim bu kısa girişin ardından çalışmamızın şekilleneceği
ana tarihsel zeminde bir anlamda ortaya konulmuştur. Dünya tarihi birbirinden
bağımsız düşünülemeyecek kadar zengin ve karışık bir yapı arz etmektedir. Zaman
ve mekân kavramlarının salt kronolojik okumadan ziyade uluslararası ilişkiler
alanına karşılaştırmalı tarihsel ve sosyolojik yaklaşımlar ile
çeşitlendirilmesi elzem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu açıdan disiplinler
arası bir yaklaşımın uluslararası ilişkilere özellikle siyasi tarih noktasında
yerleştirilmesi önemli bir bakış açışı sunacaktır. (Kurubaş, 2008). Bu durum eş
zamanlı olarak okumamızın sınır ve kapmasını da bize sunmaktadır. Bu açıdan
çalışma kapsamında kendimize bir sınırlılık çizebilme amacı ile Westphalian
Devletler sisteminin oluşturulması ve modernleşme süreci geleneksel dünya
algımızı değiştiren iki önemli etken olarak temel alınmıştır. Buna mukabil
çalışmanın temel sorunsalı Westphalia Barışı dediğimiz süreç ve modernleşmenin
birbirine paralel olarak geleneksel olarak adlandırdığımız imparatorluk
anlayışını değiştirme ve bunu yaparken de nasıl bir sonuç ortaya çıkardıklarına
dikkat çekmektir. Bu iki gelişme sistem üzerinde devlet ve egemenlik kavramlarının
yanı sıra geleneksel dönemin kimlik tanımlarını da etkilemiştir. Uluslararası
sistem ekseninde bu iki gelişme geleneksel dünyanın büyük güçleri olan
imparatorlukların da yapılarının değişmesine yol açmıştır. Bu kapsamda çalışma
ekseninde ilk olarak kısaca imparatorluk ve büyük güç tanımını
gerçekleştirdikten sonra Westphalian Devletler Sisteminin ve modernleşmenin
imparatorluklar üzerinde yarattığı etkiyi inceleyeceğiz. 1. Sistem Okumaları Ekseninde İmparatorluk Kavramı ve Büyük
Güçler Braudel ’den Wallerstein ve Amin’e kadar pek çok
teorisyenin ele aldığı şekliyle, dünya sisteminin Batı merkezli oluşumu 1500
civarında keskin bir kırılmayla ortaya çıkmıştır. XVI. Yüzyıl sadece sermaye
birikiminin değil “durmaksızın” devam edecek bir üretim motor gücünün oluşması
açısından da önemlidir. 1500 civarında farklı “dünya sistemleri” ve hatta
“üretim biçimleri” arasında keskin bir kırılma yoktu ancak bu dönemde “sistem”
veya “dünya (-) sistemi” oluştuğu da bir vakadır. Dünya sistemindeki, bölgeler
arasında fazlalıkların aktarılması merkez-çevre hiyerarşisinin zorunlu olarak
“uluslararası” işbölümü türünün yaratımını ortaya çıkarmıştır. Burada sisteme
temel katılım kriterleri (Frank, Gills, 2003: 4-5) : 1. Kapsamlı ve kalıcı ticaret bağlantıları; 2. Özellikle merkez-çevre-iç ilişkileri ve hegemonya /
rekabet ilişkileriyle belirli bölgelerle veya halklarla sürekli veya
tekrarlayan siyasi ilişkiler yaratmak; 3. ekonomik, politik ve kültürel çevrimleri paylaşmaktır. Kriterlerin sağlanması dünya sisteminin aktörlerini
belirlemektedir. Örneğin Afro-Avrasya'nın uzak bölgeleri neredeyse aynı anda
ekonomik genişleme ve daralma yaşarsa, bu aynı dünya sistemine katılacağının
bir kanıtı olarak düşünülebilir. Bu açıdan Tablo 1’de Dünya sistemi döngülerine
kısaca bakılacak olur ise antik, klasik ve modern dönemlerden geçen bir sistem
karşımıza çıkmaktadır. Post modern olarak adlandırılan dönem varsayımsal bir
sistemdir. Ancak diğer üç dönemin geçiş ve etkileri düşünüldüğünde sistem
içerisine aktörlerin belirleyici ya da belirlenen pozisyonları da tahmin
edilebilir. Bu açıdan antik ve klasik dönemler daha çok geleneksel olarak
adlandırdığımız imparatorlukların yaşadığı sistem döngüleridir. Modern dönem
ise yeni bir sistem ve ilişki ağları sunan süreklilik esaslı bir dünyanın çatısıdır.
Dolayısıyla çalışma kapsamında incelediğimiz dönemde 1500’lerden itibaren sistemde klasik ya da bizim kullandığımız kavram ile geleneksel dönemden çıkışın temelleridir. Bu açıdan geçmişte imparatorluklar olarak okuduğumuz aktörler bugünün dünyasında modern sistemin büyük güçleridir. Bu bağlamda imparatorlukların geleneksel formasyonundaki tanımını ortaya koymak elzemdir. İmparatorluklar, uluslararası sistem içerisinde evrensellik iddiaları ile hegemon güç olan emperyal yapılar olarak, dönemdaşı olan devletlerden ayrılmaktadır. Bu açıdan kelime kökeninde yer alan merkezde Imperare + Emperor güçlerinin toplanmış olması bu siyasi yapının kontrol mekanizmasını güçlendiren ve belli bir yayılım alanına sahip olduktan sonra kendi güç tatminini gerçekleştirdiği bir noktaya ulaşmasını sağlamaktadır. Bu yapılar tarih boyunca devasa devlet yapılanmaları olarak kendi bölgeleri içerisinde hâkim güç olmuşlardır. Bu açıdan imparatorluğa dair en önemli uzlaşı emperyal yayılım ve hegemonik üstünlük amacı ile hareket etmesidir. Bunun için de en önemli unsurlar askeri ve iktisadi alanlarda güçlü bir yapının kurulmuş olmasıdır. Çünkü iktisadi kaynakları zayıf bir devletin askeri gücü de doğrusal olarak zayıf olacaktır. Geleneksel imparatorlukların özelliklerine baktığımızda ilk
olarak imparatorlukların devletler gibi teritoryal sınırları olmadığı
görülmektedir. Bunun nedeni emperyal sınırlar ile devletin teritoryal
sınırlarının birbirinden çok farklı olmasıdır. Emperyal sınırlar ile devlet
sınırları arasındaki en önemli fark ise tekillik ve çoğulluk noktasında
görülebilecek olan asimetrik güçtür. İmparatorlukların, kendilerini eşit kabul
ettikleri komşuları yoktur, hiyerarşik olarak kendilerini sistem içerisinde
üstün olarak gördükleri ifade edilebilir. Bu açıdan Doyle, imparatorluğu
davranışsal olarak “emperyal bir toplumun, egemen bir toplum üzerinde” etkin
bir kontrol sağlama hedefiyle hareket eden aktör olarak ele almaktadır.
Buradaki vurgu tahakküm ilişkisine atıf yapmakta ve imparatorluğu hiyerarşik olarak
bir üst konuma almaktadır. Öte yandan etkin kontrol beraberinde “etkili
egemenlik” kavramını ortaya çıkarmaktadır. Bu egemenlik resmi ya da gayri resmi
bir ilişki türüne göre şekillenebilir. Burada önemli olan sömürge sınırları ve
yayılmanın sağlanmasın kontrolün imparatorluk tarafından araçsal bir şekilde
kullanımıdır (Doyle, 1986: 30).
Geleneksel dünya
içerisinde imparatorluklar merkezi otorite olarak çevre bölgeleri ile arasında
hiyerarşik bir ilişki ağı kurmuştur. Bu dönem içerisinde imparatorluklar kozmik
düzenin merkezi olarak görülürken, sınırları dışında kalan bölgeler ise imparatorluğa
tabi olması gereken barbarlar olarak görülmüştür (Yurdusev, 2003: 30). Bu
mantık emperyal yayılımın ilk meşrulaştırma örneğini temellendirmiştir. Bu
durum özellikle siyasi ve sosyo-kültürel unsurlar açısından önemlidir.
İmparatorluğun kendi emperyal alanlarını genişlemesinde diğerlerini barbar
olarak tanımlaması ona gerekli motivasyonu sağlamaktadır. Bu durum modern dönem
içiresinde din ve akabinde ideolojik olarak ilerleyecek bir sürecinde
temelidir.
Öte yandan
Kennedy, XVI. yüzyıl itibari ile oluşan büyük güç sisteminde yer alan
devletleri “İspanya, Hollanda, Fransa, Britanya İmparatorluğu ve günümüzde de
Birleşik Devletler gibi ülkeler” şeklinde tanımlar. Ancak bu sınırlı bir
tanımlamadır. Çünkü XVI. Yüzyılda var olan diğerler devletleri tanımlama adına
“güç merkezleri” tanımı kullanır. Buna göre Ming Çin’i, Osmanlı, Rusya, Japonya
ve Moğol İmparatorlukları merkezi üst otoriteleri sahip olmaları bakımından Avrupa’dan
ayrılır. Çünkü bu merkezi otoriteler Kennedy’ye göre ilerleme arayışına engel
politikalar takip etmiştir. Bu açıdan 500 yıllık tarihi incelmesinde
Kennedy’nin temel aldığı kıstasın iktisadi büyüme hızı ile teknolojik ve
yapısal atılımlar olduğu görülmektedir. Bu durum devletlerarasında zamanla
kapasite ve askeri güç farklılıklarını ortaya çıkarmaktadır (Kennedy, 2014:
13-14). Aslında bu fikir
pek çok açıdan özellikle de tarihi açıdan sorgulanabilir. Çünkü büyük güç
tanımının ulus-devlet bağlantısı dünya tarihinde tek bir döneme işaret eden bir
bağ kurmaktadır. Hâlbuki modern dönem öncesi dünyanın pek çok büyük güç örneği
mevcuttur. Dolayısıyla Moğollar, Ming Çin’i, Sasaniler ya da Partlar bunun
örnekleridir. Bu imparatorlukların sistem içerisinde yaratığı etki ve değişim
askeri güçleri ve iktisadi ağları ile birlikte düşünüldüğünde geleneksel
dönemin büyük güçleridir. Bu noktada Levy, büyük güç çerçevesinin, uluslararası
siyasetin realist paradigmasının temel varsayımlarını paylaşmakla birlikte,
sistemdeki az sayıdaki lider aktöre açıkça odaklanmakta olduğuna dikkat çeker.
Uluslararası sistemin anarşik yapısı içerisinde güçlü aktörlerin bir hiyerarşi
oluşturduğu varsayımı içerisinde okunmaktadır. Bu açıdan geleneksel dünya
içerisinde Antik Yunan ve Rönesans İtalya'nın uluslararası sisteminde hâkim
şehir devletler iken, modernleşme ile birlikte sistemin, 1500'den itibaren
baskın aktörleri hanedanlık, toprak devletleri ve milletler olmuştur. Döneme
bakılmaksızın Büyük Güçler- sistemin yapısını, ana süreçlerini ve genel
evrimini belirledikleri görülür (Levy, 1983: 8).
2. Westphalia
Devlet Sisteminin Doğuşu Westphalia Devlet Sisteminin ve ulus-devlete giden sürecin
incelenmesinde Orta Çağ dünyasının işleyiş mantığını anlamak önemlidir.
Bilindiği gibi Katolik Hristiyan dünya, Roma İmparatorluğu’nun mirasını
devralmıştır. Papalığın, Roma İmparatorluğu kurumsallaşması üzerine inşa edilen
yapısı, onu yüzyıllarca krallıkların ve kralların onay merkezi haline
getirmiştir. Bu dönem içerisinde Charlamange, imparatorluk arayışının en önemli
örneklerinden biri olmuştur. Çünkü onun attığı temeler ve ortaya çıkardığı
imparatorluk gelecekte yeni imparatorluklar döneminde Avrupa Birliği’nin
tarihsel kökenini oluşturacaktır. Bunun önemli nedenlerinden biri Orta Çağ’da iç
siyasi ilişkilerde ikili yapının eşitlikten çok, hiyerarşiye dayanmasıdır.
Ancak Batı Roma'nın yıkılışının ardından Avrupa’da Roma Barışı'nı yeniden kurma
hedefi ile Karolenj Döneminde, Charlamange, Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu
adı altında, nerede ise tüm Batı Hıristiyanlığını egemenliği altına almıştır
(Britanya Adaları hariç) (Ağaoğulları; Köker, 1991: 160). Bu bağlamda Orta
çağın hiyerarşik ilişkilere dayalı ortamında Kutsal Roma İmparatorluğu
döneminin diğer güçleri arasında öne çıkarak yeni bir emperyal yapılanma olmuştur.
Ancak Roma İmparatorluğu kadar merkezileşemeyen bu yapı, her ne kadar pek çok
küçük birim tarafından tanınsa da Respublica Christiana olarak iki-başlı bir
niteliğe sahip olmuştur. Zaten Orta Çağ Hıristiyan dünyasının uluslararası
ilişkiler anlayışı da Respublica Christiana ekseninde şekillenmiştir (Yurdusev,
2003: 36). Orta Çağ’ın skolastik düşünce yapısının, Aydınlanma ve
Reform hareketleri ile sorgulanmaya başlaması, sistemin değişmesindeki en
önemli adımlardan biri olmuştur. 1517 yılında Martin Luther’in, Papalığın
sattığı Endüljans’a (günahtan arındırma belgeleri) karşı çıkması ile başlayan
Reform Hareketi, Avrupa hanedanları arasındaki mezhep savaşlarını yeni bir
boyuta taşımıştır. Yaklaşık XVII. yüzyıla kadar sürecek olan Avrupa hanedanları
arası mezhep savaşları dönemi başlamıştır. Bu savaşlardan en önemlisi topyekûn
savaşa başvurdukları ve Orta Avrupa nüfusunun neredeyse dörtte birinin savaş,
hastalık ya da açlıktan hayatını kaybettiği, 1618-48 yılları arasında
gerçekleşen Otuz Yıl Savaşı’dır. Savaş sonunda 1648 Westphalia Barışı ile
sadece Avrupa’nın mezhep savaşları son bulmamış, aynı zamanda yeni bir
devletler sisteminin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu barış anlaşması ile
birlikte devlet egemenliğine dayalı modern uluslararası ilişkiler ortaya
çıkmıştır. Dolayısıyla her devlet kendi egemen sınırları içinde mutlak gücüne
sahip olacak ve bu, diğer devletlerce tanınacaktır (Keyman, 2006: 4). Bu
değişimlerin en önemli sonucu ise uluslararası devletler toplumunun bilerek ya
da bilmeyerek ortaya çıkarılmasıdır. Westphalian Devletler Sistemi esasen bir anda ortaya çıkan
bir uluslararası sistem kurmamıştır. Pek çok akademisyen, 1648’den önce
devletlerin zaten egemenlik ve siyasi otorite odaklı hareket etmeye
başladıklarını öne sürmektedir. Zira Westphalia, modern sistemin sıfırdan
yaratılmasının değil, güçlendirilmesinin işareti olmuştur.[2] Bu açıdan egemen devlet
olma durumunun öğeleri yaklaşık üç asırdır biriken fikri temellerin bir
ürünüdür (Phillpot, 2013: 69). XV-XVII. yüzyıllarda Avrupa'da mevcut olan
zengin politik fikirler, siyasi liderlerin ekonomik ve askeri imkânları ile
kurumsal yenilikleri meşrulaştırmasını kolaylaştırmıştır. Almanya Barışını
oluşturan, Münster ve Osnabrück Antlaşmaları, esas olarak, özel Alman
prenslikleri, Kutsal Roma İmparatorunun seçildiği sistem, dinde temsil ve
imparatorluğun emperyal mahkemeleri gibi feodal meseleleri ele almıştır.
Anlaşmaların en önemli sonucu, Alman prensliklerine antlaşma imzalama hakkı
verilmesi ile Orta çağ dünyasının iki büyük evrensel kurumundan biri olan
Kutsal Roma İmparatorluğu'nun etkisini kaybetmesidir. Böylece orta çağın
evrensel kurumu olan Papalık da darbe almıştır (Krasner, 1993: 236). Aslında
1555’teki Augsburg Anlaşması’yla benzer şekilde din ve siyaset ilişkileri açık
bir şekilde egemenlik alanı olarak tanınmış ve Alman prensliklerine kendi
topraklarında din üzerinde yetkili olma imkânı verilmiştir (Phillpot, 2013:
70-71). Ancak dini özerklik ile başlayan bu süreç, devletin egemenlik alanının
da sınırlarını çizmesini sağlamış olsa da Wesphalia ile birlikte hukuki olarak
süreç tam anlamı ile tamamlanmıştır. Anlaşma sonucunda ortaya çıkan çok sayıda özerk siyasi
birim, birbirlerini tek başına yenecek kadar güçlü yapılanmalar olmadıkları
için, yeni bir güç dengesi oluşturmuştur. Dolayısıyla bu durum, egemen
birimlerin birbirilerini karşılıklı olarak tanırken aynı zamanda sistemin
uyumlu bir şekilde çalışmasını da sağlamıştır. XVII. yüzyıl içerisinde Fransa,
İspanya ve Habsburg İmparatorlukları birbirleri ile rekabet devam ederken,
sistemde egemen devletler hiyerarşisi içinde üstünlük kazanma çabası da ortaya
çıkmıştır. Westphalia ile ortaya çıkan bu yeni Avrupa düzeninin üyesi olarak
kendi konumlarını sürdürmek isteyen küçük güçler ittifak arayışında iken, büyük
güçler de hegemonya ve hâkimiyet için savaşlarına devam etmiştir (Wilson, 2002:
93). Son noktada Westphalia’nın imparatorlukların güç mücadelesi üzerinde
yarattığı en büyük sonuç Katolik Habsburgların Avrupa’daki hegemonyasını
sonlandırmasıdır. Sisteme katılan yeni devletler Almanya’nın parçalanmasına yol
açarken, Fransa İmparatorluğu’nu ise Avrupa’da güçlendirmiştir (Sander, 2010:
101). Reel politik açıdan Westphalian sistemin egemenliğinden çok
uzun bir süre önce, bölgesel egemenlik ve modern uluslararası hukuk kavramının
biçimsel gelişimi öne çıkmaya başlamıştır. Ancak bu oluşumlar modern anlamı ile
de Westphalian tanıma uymamakta olsa da bir anlamda prototipler olarak
görülebilir. Bu açıdan Levy bu dönemde oluşmaya başlayan büyük güç sistemi
kavramının Orta Çağ Avrupa'sına uygulanamayacağına dikkat çekmiştir. Egemen
devletlerin tam olarak gelişmemiş olması iktidarın ve dış özerkliğin içsel
merkezileşmesinde yaşanan en büyük eksikliktir. Orta çağın yarattığı bu durum,
dini otoriteden tam bağımsız olamama, Avrupa devletlerinin daha sonraki
dönemlerde de farklı olmasına yol açmıştır. Örneğin Fransa ve İngiltere Yüz Yıl
Savaşının sona ermesiyle büyük teritoryal devletler olarak kabul edilirken,
Avusturya İmparatorluğunun evlilik bağı ile toprak genişletmesi aynı etkide
değildir (Levy, 1983: 20). İmparatorluklar büyük devlet olmanın ötesinde kendi
yarattıkları düzenin yaratıcısı ve garantörü olarak sistem içerisinde yer
alırlar. İmparatorluklar bu misyonunu gerçekleştirmek adına birimlerin
içişlerine karışma eğilimdedirler (Münkler, 2009: 10). Bu durum devletlerin
muhafazakâr yapılarının aksi yönde dikey bir ilişki ağı ortaya koyar. Hegemon
ve emperyal bir güç olarak imparatorluklar kendi çıkarları ekseninde hareket
edecekleri için kendi süzenlerinin korunması için statükocu ya da irredantist
olabilmektedir. İmparatorlular uluslararası ilişkilerin savaş-barış,
düzen-anarşi dilemmalarını eş zamanlı olarak içinde barındıran yapılar olarak
karşımıza çıkmaktadır. Devlet sınırları, siyasi ve iktisadi, dilsel ve kültürel
sınırlarından gücünü alırken, İmparatorluk açsından sınırlar daha öncede
bahsettiğimiz gibi tıpkı teritoryal sınırlar gibi önemsizdir. Bu da emperyal
sınırların resmiyetini ortadan kaldırarak imparatorluğun kendi için sistem
esnekliğini artırır. Ancak, egemenliğin olumlu içeriği, devletin meşru olarak
yönetebileceği alanlar, her zaman tartışmalı olsa da belirli bir bölge üzerinde
münhasır kontrole sahip olma iddiası devletler açısından önemlidir. Çünkü
devletin teritoryal sınırlarını aştığı an egemenlik kavramı da tehlikeye
girmektedir (Krasner, 1993: 236). Dolaysıyla bu gelişme imparatorlukların sınır
aşan otorite anlayışları üzerinde ilk kısıtı doğurmaktadır. Egemenlik sınırları
ve teritoryal sınırların çizimi imparatorlukların sınırsızlığı üzerinde büyük
bir bağlayıcı norm haline gelecektir. Westphalia’nın tarihi süreci ve buna bağlı olarak
imparatorlukları etkileyen dört önemli sonucu olmuştur. İlki, Avrupa’nın dini
anlaşmazlıklarına son vermesi sonucu krallın ve krallıkların din seçiminde
birbirlerine karşı hoşgörü politikası takip etmesidir (ki bu sonraki süreçte
Avrupa için laiklik ve sekülerleşme politikalarına da şekil verecektir).
Kilisenin kral üzerindeki etkisi zayıflamış ve egemenlik dini otoriteden
doğrudan kralın yetkisine geçmiştir. Böylece siyasi sistemdeki ikili yönetime
son vermiştir. İkinci sonuç, Avrupa’daki siyasal otoritelerin sınırlarında
yaşanmıştır. Burada siyasi sınırların çizilmesinin birkaç sonucu vardır. Siyasi
sınırların çizilmesi, eş zamanlı olarak o toprak parçası üzerinde yaşayan
insanların zamanla güçlü aidiyet duygusu geliştirmesi sağlamıştır. Bu aidiyet
ve birliktelik duygusu ise daha sonra karşımıza milliyetçilik çıkacaktır
(Kurubaş, 2012: 16-17). Bu durum daha sonraki aşamalarda kimi imparatorlukların
parçalanmasına yol açarken, kimilerinin de yeni kimlik meşruiyetini
arttırmasını sağlamıştır. Böylece devletlerin egemenlik alanları ve
vatandaşları da netleşmiştir. Ayrıca bu durumun bir diğer sonucu da egemen eşit
devletlerin karşılıklı tanınması durumudur. Geçmişte imparatorlukların tanınma
gibi bir norma ihtiyacı yokken yeni oluşturulan uluslararası sistem içerisinde
en önemli devlet olma koşullarından biri haline gelecektir. Üçüncü olarak,
teritoryal sınırların çizilmesi, imparatorluklar çağından farklı olarak
devletleri belirli coğrafi sınırların içine hapsetmektedir. Tıpkı siyasi
sınırlar gibi teritoryal sınırlar da imparatorlukların mutlak hâkimiyet alanı
oluşturma hedefini sınırlamakta ve onu egemen eşit şekilde diğer siyasi
birimler ile karşı karşıya bırakmaktadır. Westphalian dönemde ortaya çıkan bir diğer durumsa, savaşın
değişen yapısı ve askeri alandaki değişimdir. Orta Çağ dünyasının
krallıklarının paralı askerler[3] ile kendini koruma
arayışı, Otuz Yıl Savaşlarında bunun ne derece tehlikeli bir fikir olduğunu
ortaya koymuştur. Paradan başka aidiyet hissetmeyen bir gücün sürekli el
değiştirmesi, devletlerin güvenlikleri açısından tehlike doğurmaktaydı. Bu
açıdan daimî ordu kurulması ihtiyacı, paralı askerlik sistemini sona erdirmiş
ve krallar/hükümdarlar kendilerine ait daimî ordular kurmaya başlamıştır. Bu
durumun bir sonraki aşamada yurttaş ordular halini alması ise 1789 Fransız
Devrimi sonrasında gerçekleşecektir. 3. Modernleşmenin İmparatorluklara Etkisi Burada öncelikle modernleşmeyle ortaya çıkan iki durumdan
söz etmek gerekir. İlki, sistem içerisinde ayakta kalabilen imparatorlukların
çoğunun Batı medeniyetine ait olmasıdır. İkincisi, Modern imparatorlukların
Batı tiplerinin ortaya çıkması ile Batı’nın modernleşme sürecini geleneksel
imparatorlukların dönüşümlerinde Batılılaşma ihtiyacı yaratmasıdır. Bunun
nedeni ise dünyanın, Batı evrensellikleri ile ilerleyeceği bir sürece girmiş ve
bunlar, geleneksel dönem imparatorluklarına her alanda sirayet etmeye
başlamıştır. İmparatorluklar ve devletler arasında modernleşmeye duyulan heves
öyle bir hal almıştı ki bu siyasi yapılar ya modernleşmişler ya da kendi
geleneklerini moderniteye entegre ederek sürdürmeye devam etmişlerdir. Tarihsel olarak modernleşme, XVII. Yüzyıldan XIX. Yüzyıla
kadar Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da yaşanan toplumsal, siyasi ve iktisadi
gelişmelerin bir sonucu olarak dünyanın geri kalanına yayılmaya başlayan bir
süreçtir. Modern olma bilincinin özünde güçlü bir öteki imgesi yer almaktadır
(Altun, 2005: 19-20; Eisenstadt,, 2014: 12). Bu nedenle modernleşmenin, Batı’da
başladığının kabulü, Batılı olmayan toplumların Batı’yı örnek almaları
ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Böylece modernleşme, Batılılaşmayla eşanlamlı
hâle gelmiştir (Heywood, 2013 : 57). Nitekim XIX. yüzyıl klasik ilerleme kuramlarında temellenen
gerçeklik, Batı açısından, Batı dışı dünyayı fiili sömürünün
gerçekleştirilebileceği bir alan olarak görmek olmuştur. Böylece XIX. yüzyıl
boyunca kökleşen ve XX. yüzyılın ikinci yarısına kadar işleyen geleneksel
sömürge siyasetinin temel mantığını, Batı adına Batı dışı bölgelerdeki
zenginliklere el koyma ve bu zenginliklerin paylaşılmaksızın kendi için tüketme
mantığı olmuştur (Altun, 2005: 17). Bu açıdan düşünüldüğünde dünya
savaşlarındaki temel sorunsalın da bu amaç ile gerçekleştiği görülür. Büyük bir
güç olmak için önce Batılı, sonra sömürgelere sahip bir devlet olmak
gerekiyordu. Tüm bunların neticesinde modernleşme, sömürgeleştirilen
bölgelerdeki halklara karşı sömürge imparatorluklarının takip ettikleri tutum
ve politikalarda önemli değişimlere yol açmıştır. Sömürgecilik, yabancı bir
toprak üzerinde kontrol kurma ve onu bir koloni hâline getirme pratiği olmakla
birlikte emperyalizmin belli bir türü olarak, fethedilmiş ve egemenlik altına
alınmış toplumların yapılarını bozmakla birlikte, onları öteki olarak yaşamaya
mahkûm bırakarak egemenliklerinin dayanaklarını da zayıflatmıştır (Ferro, 2002:
47). Modernleşme ve ideolojik değişimlere bağlı olarak, her ülke kendi uygulama
metotlarını yaratmıştır. Örneğin Fransız sömürgeci zihniyeti, kolonileri ana
ülkenin parçası olarak görülür ve burada yaşayan halklara resmî vatandaşlık
hakları tanınabilir(Heywood, 2013: 165) Modernleşme kavramı, teknoloji ve sanayileşme gibi olgular
ekseninde ele alınmasının yanı sıra, kırdan kente doğru bir geçiş süreci ile
artan ticaret olgusunu da vurgulamaktadır. Sanayi Devrimi sonrasında bu sürece
giren ülkeler için modernleşme, gelişmiş ülkelerin özelliklerinin ithali
anlamına gelmektedir. Öte yandan modern toplumlar, büyük ölçüde modernleşmemiş
toplumlarda bireysel etkinlik ve kurumsal yapı bakımından daha uzmanlaşmış bir
seviyededir. Bu toplumlarda roller kurumsal bir alan içerisinde
şekillenmektedir. Yani herkesin politik ve kültürel alanda görevler ve
sorumluluklar bireylere yüklenmektedir. Eisenstad’a göre, modern toplumun örgütsel
yapısının belirleyen üç karakteristik özellik söz konusudur. Birincisi,
işlevselliği olan çok sayıda kuruluşun toplumda var olmasıdır. İkincisi,
işgücünün işlevsel olarak dayanışmacı ya da kültürel olarak yönlendirilmiş
kurumlar tarafından bölünmesidir. Üçüncüsü, akrabalık ilişkilerinin öneminin
azalması ve uzmanlaşmış kurumların ortaya çıkmasıdır (Eisenstadt, 2014: 13-19).
Batının modernleşme ile yarattığı kurumsallaşmış ve uzmanlaşmış yapısı, kendi
dışındaki toplumların arkaik yapılar olduğu fikrinin ön kabullerine yol
açmıştır. Bu da imparatorlukların bu toplumlar üzerindeki kontrolünü
meşrulaştıran bir gerekçe sağlamıştır. Öte yandan modernleşmenin doruk noktası sosyo-politik birim
olarak ulus ve ulus-devletin öne çıkmasıdır. Ulus-devlet yeni egemen siyasi
birim olarak kolektif siyasi ve kültürel kimliğin ortaya çıkarıldığı en önemli
alan olmuştur. Bu açıdan modernleşme sürecinde Westphalian Devletler Sistemiyle
birlikte ortaya çıkan modern devlet yaratımı, imparatorlukların, modernleşmeyle
birlikte yeni bir dönüşüm daha yaşaması gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Bu da
imparatorlukların siyasi ve sosyal alanda değişim geçirmelerine yol açmıştır
(Eisenstadt, 2014: 29-30). Toplumun merkezinde ve sivil düzende geniş
yetkilerin bireylere tanınması ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu da
imparatorlukların doğasında var olan tahakkümün ve merkeziyetçi yapının
bireylere tanınacak haklar ile yeniden tesisini gerektirmiştir. Ancak modernleşme fikrinin ortaya çıkışı Batı ve Avrupa
kıtasına ait olması her toplum ve devlet için aynı süreci ve sonucu ortaya
çıkarmamıştır. Bu açıdan modernleşme pek çok devlet ve imparatorluk için
çeşitli sorunlara yol açmıştır. Japonya örneği gibi kimi devletler siyasi, askeri,
iktisadi, toplumsal ve teknolojik olarak modernleşmeyi büyük oranda başarıyla
sağlamış ve süreç sonunda sistemin büyük güçleri olurken, Osmanlı İmparatorluğu
örneğinde olduğu gibi modernleşmeye ayak uyduramayan imparatorluklar da sürecin
sonunda tasfiye olmuşlardır. Gerçekten de Osmanlı İmparatorluğuna baktığımızda XVII.
Yüzyıl sonrasında konjonktürel değişimlere ayak uydurmada sorunlar yaşadığı
görülmektedir. Osmanlı yönetimi, XVIII. yüzyılın başından itibaren Batı’nın
artan gücü karşısında gerilemeye başlamıştır. İmparatorluk, yenileşme ve reform
adına önemli adımlar atmış olsa da sorunun çözümü bir türlü sağlanamamıştır.
Bunun temel nedeni değişen teknolojik, siyasi ve sosyal yeniliklerin Osmanlı
İmparatorluğu’nun geleneksel sistemine uyarlanmasındaki sorundur. Özellikle II.
Mahmut Dönemi sonrasında pek çok yenilik hayata geçirilmişse de bunlar hep
farklı örneklerin esinlenmesi olmuştur. İmparatorluğun Tanzimat ve Islahat
hareketlerinde görüldüğü gibi, Avrupa imparatorlukları iç işlerine doğrudan
karışmaya başlamıştır. Bu durum imparatorluğun kendi iç dinamikleri ve
evrensellik anlayışında büyük yıkım meydana getirmiştir. Modern imparatorluk ve
modern imparatorluğa dönüşmeye çalışan güçler ise Osmanlı İmparatorluğuna karşı
politikalarını değiştirerek, sürekli olarak imparatorluk içindeki sorunlara
müdahil olmaya başlamışlardır. Öyle ki Şark Meselesi adı altında adeta bunu
meşrulaştırılmıştır.[4]Son noktada, modernleşme
sürecinde Avrupa’da yaşanan dönüşümü yakalamakta zorluk yaşayan geleneksel
dönemin önemli imparatorlukların olan Osmanlı İmparatorluğu tamamen Avrupalı
güçlerin hedefi haline geleceği bir döneme girmiştir. Sonuç Devletlerin egemenlik alanlarına çizilen sınırlar, eş
zamanlı olarak geleneksel imparatorlukların muğlak sınırlara alışkın geçişken
doğasına aykırı bir durum ortaya çıkarmıştır. Westphalia aile oluşan sistem
esasında bir anda ortaya çıkmamış olmakla birlikte hızla değişecek güç
sisteminin sadece ilk adımını atmıştır. XIV. yüzyılda başlayan ve toplumsal, siyasi,
bilim/teknoloji ve askeri yaşanan değişimlerin bir anlamda sonucu bu anlaşma
ile sisteme mutlak bir tanım getirilmesini sağlamıştır. Özellikle Aydınlanma
fikirleri ile egemen eşit devletlerin yapısı bir kere daha değişecektir.
Westphalia bunun ilk adımı olmuştur. Bir sonraki adım ise toplumsal ve siyası
anlamda devletlerin yaşayacağı değişimdir. Skocpol, Tilly gibi pek çok
akademisyenin de araştırmalarına konu olan bu olay ise Fransız Devrimi’dir. Bu
devrim sistemin iç işleyişine ve uluslararası ilişkilerin dengesine dair en
büyük değişimi ortaya çıkarmıştır. Devletler devrimler sürecinin ardından kimlik kazanımı ile
birlikte yeni bir özellik kazanmıştır. Böylece devlet, belli bir teritoryal
alanda belli bir insan topluluğunu yönetme erkine sahip siyasi örgütlenme
olarak tam anlamı ile imparatorlukların muğlaklıklarını geride bırakmıştır. Pek
çok akademisyen ulus-devletin ortaya çıkışını XV. ve XVI. Yüzyıllar olarak ele
almaktadır. Ancak Westphalia sürecinden önce başlayan merkezileşme sürecinin ve
ulus-devlet oluşumuna katkısı göz ardı edilmemelidir. Ayrıca Orta Çağ’da yaşanan
uzun ekonomik bunalımlar ve savaşlarında merkezileşme ve kimlik tanımı
noktasında önemli rol oynamıştır. İspanya’nın birleşmesi ve akabinde Emevi
Devletine son verilerek, İslamiyet’in Avrupa’dan silinmeye çalışması; Fransa ve
İngiltere’nin Yüzyıl Savaşları gibi pek çok gelişme ulus-devlet yapılanmasının
kimlik inşası noktasında önemli rol oynamıştır(Adda, 2017: 34; Modelski, 1987:
230). Sonuç olarak imparatorlukların dönüşümünde ilk aşama
Westphalia Devlet Sistemi ile başlamıştır. İmparatorlukların emperyal
yapılarındaki işlevsel ve yapısal özellikler, Avrupa bölgesinde hem teorik hem
de pratikte hızlı bir değişime uğramıştır. Dolayısıyla Westphalia, geleneksel
imparatorluklar üzerinde ilk sınırlayıcı etken olmuş; imparatorluklar
sınırlanmış ve belli ölçüde evrenselliklerini kaybetmeye başlamışlardır. Buna
karşılık eş zamanlı olarak da Wesphalia Düzeni ile birlikte imparatorluklar,
XVII. Yüzyıl’dan XX. Yüzyıl başına kadar siyasi alanda faaliyet gösterecek olan
modern imparatorluklar olarak dâhil olacakları ulus-devlet sistemi içinde
önemli dönüşümün ilk aşamasını tamamlamışlardır. İkinci aşamada modernleşme
sadece imparatorlukları dönüştüren bir süreç olmamıştır. Modernleşme geleneksel
yapıları, kültürleri ve toplumsal tabanı da değiştiren bir güce sahiptir. Bu
nedenle bir süreçten ziyade kısa sürede bir ihtiyaç olarak görülmüştür. Sistem
yeni sembollere ve fikirlere göre adaptasyon sağlanmasını ya da yeni olan ne
varsa onun benimsenmesi mantığını yaratmıştır. Modernleşmenin zamansal ve
mekânsal yaratımının Batı olması, sonraki süreçte de içine bolca Batılı
değerlerin eklenmesi ile ilerleyecek süreci başlatmıştır. KAYNAKLAR Adda, J. (2017),
Ekonominin Küreselleşmesi, Çev. Sevgi İneci , İstanbul: İletişim Yayınları. Altun, F. (2005),
Modernleşme Kuramı Eleştirel Bir Giriş, İstanbul: Küre Yayınları. Asch, R. G.
(2002), “Otuz Yıl Savaşları Önemi: 1598-1648”, Ed. Jeremy Black, Top, Tüfek Ve
Süngü Yeniçağda Savaş Sanatı: 1453-1815, Çev. Yavuz Alogan İstanbul: Kitap
Yayınevi Black, J. (2002)
(ed). Top, Tüfek Ve Süngü Yeniçağda Savaş Sanatı: 1453-1815, Çev. Yavuz Alogan
İstanbul: Kitap Yayınevi Doyle, M.,
(1986), Empires, Ithaca And London Cornell University Press. Eisenstadt, S. N.
(2014), Modernleşme: Başkaldırı Ve Değişim, Çev. Ufuk Coşkun, Ankara: Doğu Batı
Yayınları, 2014 Frank, A. G. ;
Gılls K. B. , (2003), “ The five thousand year world system in theory and praxis
“, Ed. Robert A.Denemark, Jonathan Friedman, Barry K.Gills, and George
Modelski, World System History The Social Science Of Long-Term Change, London:
Routledge Publish, ss. 3-23 Ferro, M.,
(2002), Sömürgecilik Tarihi Fetihlerden Bağımsızlık Hareketlerine 13. Yüzyıl-
20. Yüzyıl, Çev. Muna Cedden, İstanbul: İletişim Yayınları. Harman, C.,
(2016). Halkların Dünya Tarihi Taş Devri’nden Yeni Binyıla, Çev. Uygur
Kocabaşoğlu, İstanbul: Yordam
Kitabevi. Heywood, A.,
(2013), Küresel Siyaset, Çev. Nasuh Uslu ve Haluk Özdemir, Ankara: Liberte
Yayınları. Kodaman, B.,
(2007) “Osmanlı Devleti’nin Yükseliş ve Çöküş Sebeplerine Genel Bakış”, SDÜ Fen
Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 16, ss. 1-24. Keyman, F.,
(2006), “Küreselleşme, Uluslararası İlişkiler ve Hegemonya”, Uluslararası
İlişkiler Dergisi, Cilt 3, Sayı 9, ss. 1-20. Krasner, S. D.,
(1993) “Westphalia and All That”, Ed. Judith Goldstein ve Robert O. Keohane,
Ideas and Foreign Policy Beliefs Institutions and Political Change, Newyok:
Cornell University Press. Kurubaş, E.
(2008) “Türkiye Uluslararası İlişkiler Yazınında Tarihsel Olguculuk ile
Disiplinlerarasıcılığın Analitik Yaklaşma Etkisi ve Türkiye Uygulaması”,
Uluslararası İlişkiler, Cilt 5, Sayı 17 (Bahar 2008), ss. 129-159. (2012)
“Uluslararası İlişkiler Düşüncesi Ve Dünya Politikasında Değişimi Anlamak”,
Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 2 Sayı 1, ss. 9-34. Levy, J. S.,
(1983), War in the Modern Great Power System, USA: The Unıversıty Press Of
Kentucky, 1983. Modelski, G.
(1987), Long Cycles in World Politics, London: Palgrave Macmillan. ---------------,
(2003), “World System Evolution”, Ed. Robert A.Denemark, Jonathan Friedman,
Barry K.Gills, and George Modelski, World System History The Social Science Of
Long-Term Change, London: Routledge Publish, ss. 24-53. Münkler, H., (2009), İmparatorluklar: Eski Roma’dan ABD’ye
Dünya Egemenliğinin Mantığı, Çev. Zehra Aksu Yılmazer, İstanbul: İletişim
Yayınları. Phillpot, D. (2013), “Modern Uluslararası İlişkilerin dini
Kökenleri”, Çev. Emre Erşen, Haz. Esra Diri, Uluslararası ilişkilerde Anahtar
Metinler, İstanbul: Uluslararası İlişkiler Kitaplığı, ss. 66-110. Wilson, P., (2002), “1648-1789 Eski Rejimde Savaşlar”, Ed.
Jeremy Black, Top, Tüfek Ve Süngü Yeniçagda Savaş Sanatı: 1453-1815, Çev. Yavuz
Alogan İstanbul: Kitap Yayınevi. Sander, O. (2010), Siyasi Tarih İlkçağlardan 1918’e,
Ankara: İmge Kitabevi, Ankara. [1] Örneğin
Diderot’un Rus Çariçesi Büyük Catherina’yı ziyaret etmesi; Voltaire’in Prusya
Kralı Büyük Frederick’le iş birliği yapması gibi pek çok örnek söz konusudur
(Harman, 2016: 243-244.). [2] Uluslararası
alanda ortaya çıkardığı değerler ve egemenlik kavramı üzerine geleneksel yaklaşım,
Westphalia’yı keskin bir şekilde milat alırken, Stephan D. Krasner gibi
akademisyenler, Westphalian Barışın tarihte bir dönem noktası olmadığı eleştirisini
getirmektedirler. Krasner’e göre, sistemde mutlak bir egemenlik kavramının
içselleştirdiği söylenemez. Çünkü devletlerin uygulayabileceği yetki kapsamı
her zaman tartışmalıdır. Ancak egemenlik, Avrupa'nın belli başlı bölgesel
devletlerin davranışlarında bariz bir fark yaratmamıştır. (Ayrtınılı bilgi için
bkz. Krasner, S. D. (1993), “Westphalia and All That”, Ed. Judith Goldstein ve
Robert O. Keohane, Ideas and Foreign Policy Beliefs Institutions and Political
Change, Newyok: Cornell University Press) [3] Black
Otuz Yıl Savaşları’nın yarattığı askeri dönüşüme dair önemli bir örnek
vermektedir. Bu dönemde öne çıkan askeri girişimcilik kendi ordularını besleyen
komutanların öne çıkmasına neden olmuştur. Bu sistem, erken 17. yüzyılın askeri
girişimcileri arasında komutanların sadece tekil alayları değil, bütün orduları
askere alması açısından özel bir durumdur. Alman topraklarında en iyi bilinen
örneklerden bazıları Albrecht von Wallenstein (1683-1634), Kont Ernst von
Mansfıeld (1680-1626) ve Bernhard von Weimar (1604-1639) olmuştur. Bu
isimlerden Wallenstein 180 binden fazla askere sahiptir. Bu kadar askeri güce
sahip bir komutanın takip ettiği politikalar da birliklerinin denetimindeki
bölgeleri sistematik ve acımasız bir biçimde sömürme olmuştur. Wallenstein’nın
sahip olduğu askeri gücü elde etmek ise, bu muazzam orduya görece etkin biçimde
ödeme yapmayı gerektirmekteydi. Bunun karşılığı ise Bohemya, Moravya ve
Silezya'da yükseltilen vergiler olmuştur. Ancak aidiyet noktasında vergiler
ordu ile organik bir bağ sunmamaktaydı. Bu açıdan Wallenstein'ın sistemi ancak
birlikleri hareket halindeyse işlemektedir (Asch, R. G. (2002), “Otuz Yıl
Savaşları Önemi: 1598-1648”, Ed. Jeremy Black, Top, Tüfek Ve Süngü Yeniçağda
Savaş Sanatı: 1453-1815, Çev. Yavuz Alogan İstanbul: Kitap Yayınevi, s. 67). [4] Bu
dönemde baktığımızda pek çok reform ve anayasal sisteme ilişkin adımlar
atılmıştır. 1877-78 Osmanlı- Rus savaşı çıkmasıyla, Şark Meselesinin en kritik
dönemine gelinmiştir. Ayastefanos ve Berlin antlaşmaları, dış baskılar ve
özellikle Balkanlar’da Bulgarlar, Anadolu’da Ermeniler başta olmak üzere bütün
gayri Müslimlerin milliyetçi ideoloji odaklı ayrılık isteklerini artmıştır. Bu
sonuç Kanunu-ı Esasi’nin de Meclis-i Mebusan’ın da çözüm olmayacağını
göstermiştir (Kodaman, B., (2007) “Osmanlı Devleti’nin Yükseliş ve Çöküş
Sebeplerine Genel Bakış”, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi,
Sayı: 16, ss. 1-24.). |
Elinize sağlık hocam
YanıtlaSil