MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN YÜRÜTTÜĞÜ TÜRK MİLLİ MÜCADELESİ’NİN HEDEFLERİ VE AŞAMALARI - akademitarih

EN YENİ MAKALELER

Post Top Ad

Your Ad Spot

8 Şubat 2021 Pazartesi

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN YÜRÜTTÜĞÜ TÜRK MİLLİ MÜCADELESİ’NİN HEDEFLERİ VE AŞAMALARI

Mustafa Kemal Atatürk

 

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN YÜRÜTTÜĞÜ TÜRK MİLLİ MÜCADELESİ’NİN HEDEFLERİ VE AŞAMALARI


ilo

İlhan ŞAHİN
Tarihçi - Yazar



GİRİŞ

 

Bir İmparatorluk enkazı üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti Devleti çok kolay kurulmamıştır. Balkan bozgunu ile başlayan ve Birinci Cihan Harbi ile devem eden geri çekilme ve yenilgi dönemleri, Türk milletine aşağılayıcı bir bakış açısıyla yaklaşan başta İngiltere ve müttefiklerinin son oyunu olarak ta Mondros Ateşkes Antlaşması ile dayatılan bölünme.

Son kırk yılını sürekli savaşarak geçiren bir millet, ekonomik olarak bitmiş, sanayisi yok denecek kadar az, kapitülasyonlarla sömürü durumuna düşmüş bir devlet ve onun yorgun, bitkin aynı zamanda umutsuz halkı. Böyle bir durumda yapılan ulusal mücadele.

İşte Milli Mücadele’yi farklı ve anlamlı kılanda bu zor şartlar altında elde edilen başarı olsa gerek. Bu yokluk ve umutsuzluk içinde bölünmüş bir milleti bir araya getirip tekrar hayaller gördürmek ve bunu başarmak çok iyi bir yöneticiye ihtiyaç olduğunu gösterir. Bunca zorluk içinde hedefi olan “Milli Devlet” fikrini önce arkadaşlarına inandırmak, ardından aynı rüyayı millete göstermek ve bunu aşama aşama sabırla başarmak ancak Mustafa Kemal Atatürk gibi dâhilerin işidir.

Türk Milli Mücadelesi sabırla hedefe koşmanın ve başarının nasıl yazılacağını ve dünya mazlum milletlerinin esaret zincirlerini kırması açısından evrensel değerler taşımaktadır. Bu Atatürk’ün sadece Türk Milleti için değil, sömürgeleştirilen tüm dünya insanlığının da kurtuluş reçetesidir.

 

BİRİNCİ BÖLÜM

1.1. Milli Mücadele Öncesine Genel Bakış

Milli Mücadeleyi ve değerini anlamak için hareketin öncesinde devletin ve mücadele edilen ülkelerin durumunu bilmekte fayda vardır. Bilindiği gibi 1878 Berlin Kongresi ile başlayan, I. Dünya Savaşı içinde yapılan bir dizi gizli anlaşmalar ile şekillenen Osmanlı Türkiye’sinin paylaşım planı İmparatorluğun önüne Sevr Barış Antlaşması olarak konulmuştu. Daha I. Dünya Savaşı sürerken, İtilaf Devletleri arasında gizlice, Osmanlı toprakları üzerinde Anadolu’nun ve Orta Doğu’nun paylaşılması ile ilgili Sykes Picot Antlaşması, Saint Jean de Maurienne Antlaşması ve Balfour Deklarasyonu yapılmıştı.

I. Dünya Savaşı’nı bitiren diğer barış antlaşmalarının aksine Sevr, Türkleri Avrupa’dan hatta Anadolu’dan da sonsuza dek kovmak mantığıyla şekillenmiş ve Osmanlı’yı Avrupa’dan tamamen silmek amacını gütmüştü. Bu durumu, en iyi ifade eden zamanın Düyunu-u Umumiye Başkanı Sir Adam Block erken bir tarihte daha 1914 yılında şöyle der: “Almanya kazanırsa, Alman sömürgesi olacaksınız; İngiltere kazanırsa mahvoldunuz!” İngiliz Başbakanı Lloyd George’un sadece şu sözleri bile bu öngörüleri doğrulamaktadır: “Sulh şartları ilan edilince zaten Türklerin deliliklerinden, kötülüklerinden, cinayetlerinden dolayı ne kadar ağır cezalara çarptırılacakları görülecektir... Cezalar, onların en büyük düşmanlarını bile kâfi derecede tatmin edecek kadar müthiştir[1].”

Başta İngiltere olmak üzere Avrupalı devletler, kendi aralarında yaptıkları gizli anlaşmalar neticesinde masa başında cetvellerle çizilen paylaşım planlarına uygun politikalar takip etmişlerdi. Avrupa’nın emperyalist devletlerinin stratejilerine göre; etnik ve dini temelli parselasyonlarla Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarının parçalanması ve parçalanan bölgelerde yeni devletlerin kurulması ya da bu bölgelerin dolaylı idare altına alınmasıyla “Doğu Sorunu” çözülecekti[2].

1. Dünya savaşı öncesinde kendisine müttefik arayan Osmanlı Devleti’nin tüm girişimleri sonuçsuz kalınca devlet Almanya ile müttefik olmak zorunda kalmış ve kendinden beklenenden fazla performans göstererek hem savaşın uzamasına, hem de Rus Çarlığının yıkılmasına neden olmuştur. Ama tarihimizde hiçbir facia Birinci Cihan Harbi kadar büyük olmadı. Osmanlı Tıp Merkezi’nin kayıtlarına göre Kafkasya’da, Sarıkamış harekâtı dâhil, 219 bin şehit, Çanakkale’de 101 bin şehit, Filistin Cephesi’nde 80 bin şehit… Liste uzayıp gidiyor. Harp sırasında 3 milyon insan ölmüş, yaralanmış sakatlanmış, kaybolmuştu. Silahaltına alınan her üç kişiden sadece biri tekrar köyüne dönebilmişti. Elbette aynı coğrafyada Ermeniler ve onlar kadar olmasa da Rumlar da facialar yaşadı. Ama bizim yaşadığımız facialar anlatılır gibi değil[3]. Sonuçta 30 Ekim 1918 günü imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması ile fiilen savaş sona ermiştir.

 

1.2. Milli Mücadele Öncesine Ülkenin Durumu

Milli Mücadele’nin başladığı 19 Mayıs 1919 günü Samsun’dan Anadolu’daki şartlara yakından bakıldığında yıllar süren ve birbirini takip eden harplerin ve Birinci Dünya Savaşı’nı Osmanlı Devleti açısından sona erdiren Mondros Ateşkes Anlaşması’nın getirdiği tablo karşımıza çıkmaktadır. Dönemin Siyasi durumunu şöyle özetleyebiliriz[4].

1. Mondros Ateşkes Anlaşmasının 30 Ekim 1918’de imzalanmasıyla devlet siyasi bağımsızlığını kaybetmişti. Bu anlaşmaya göre ordu terhis edilmiş, silahları ve cephanesi toplanarak işgalcilerin kontrolüne verilmişti. Yine aynı anlaşmanın 7. Maddesine göre İtilaf Devletleri Osmanlı coğrafyasında istedikleri stratejik yerleri işgal edebilecekti.

2. Saltanat, Hilafet ve hükümet işgal altında varlıklarını sürdürmeye çalışmaktaydı.

3. Devletin yönetim merkezi olan Payitaht İstanbul 13 Kasım 1918’de işgal edilmişti.

4. Anadolu merkezden kontrol edilemez olmuş böylece devletten ve hükümetten yoksun hale gelmişti. Bu ortamdan yararlanan zararlı cemiyetler çıkarları için var gücüyle çalışmaktaydı.

5. En kötüsü de ülkenin tüm haberleşme ve ulaşım hatları işgalcilerin kontrolüne geçmişti.

6. İşgal güçleri ve Duyun-u Umumiye İdaresi başlı başına buyruk haline gelmişti.

7. Üst düzey komutanların bir kısmı işgalcilerin isteği üzerine uydurma suçlardan gözetim altına alınarak Malta adasına sürülmüşlerdi.

8. Ulaşım işgalci devletlerin kontrolünde olduğu için çok zor şartlar altında yapılmaktaydı.

Samsun’dan Anadolu’daki genel duruma bakıldığında ordu dağıtılmış, silahları elinden alınmış ve alınmaya devam ediliyordu. Halk ise bir lokma ekmeğe muhtaç, kullanacak silahı ve atacak kurşunu yoktu.[5].

 

İKİNCİ BÖLÜM

2.1. Milli Mücadele’nin Hedefleri

“Şimdi vazifemiz, halkı, vatanı ve esir Padişah’ı kurtarmaya inandırmaktan ibarettir… Zamanında hiçbir şeyi kaçırmamak ve zamansız hiçbir şeye uzaktan yakından tevessül etmemek başlıca dikkatimizi teşkil etmelidir… (Zamanı gelince) Fes kalkacak, medeni millet gibi şapka giyilecek, Latin Harfleri kabul edilecektir…[6]

Yukardaki sözler Mustafa Kemal Atatürk’ün asıl hedefini kısaca özetleyen sözler. Şimdi bu hedefler ve Stratejiler ve aşamaları hakkında genel bir değerlendirme yapalım.

 

2.1.1. İlk Hedef Osmanlı Devleti Hükümetinde Görev Arayışları ve İngilizler

Mustafa Kemal Atatürk Milli Mücadele öncesinde öncelikli hedef olarak İttihat ve Terakki’den sonra kurulacak bir hükümette görev almak olmuştur. Bunanla ilgilide çalışmalar yapmıştır. Daha Mütareke imzalanmadan önce Padişah Vahdettin’e çektiği gizli bir telgrafta göndermiştir. 14 Ekim 1914 tarihli bu telgrafta Mustafa Kemal, "Orduların muharebe kudretinden mührüm ve zaten mevcut kuvvetlerimizin savunmadan aciz olduğunu” vurguladıktan sonra şunları önerir.

“Düşman her gün daha müsait ve ezici şartlar kazanmaktadır. Müttefiklerimizle, olmadığı takdirde kendi başımıza ve derhal sulhu kararlaştırmak lazımdır. Bunan için kaybedilecek bir an dahi kalmamıştır. Aksi takdirde memleketin bütünüyle elden çıkması ve devletimizin giderilmesi kabil olmayan tehlikelere maruz kalması ihtimal dışı değildir.

Muhterem Padişahımıza olan sadakat ve bağlılığım ve vatanımın selametini temin itibariyle arz ederim ki… Sadrazamlığın İzzet Paşa Hazretlerine verilmesi ve onun da Fethi (Okyar), Rauf (Orbay), Azmi Canbulat, Şeyhülislam Hayri ve acizlerinden (Mustafa Kemal’in Kendisi) oluşan bir kabine kurulması zaruridir[7]”.

Ancak Padişah Mustafa Kemal’in önerilerinin bir kısmını dikkate alır kendisine hükümette görev vermez. Mustafa kemal bu defa İngilizlerle görüşmek ister ve en azından fikirlerini sunup onlar aracılığı ile bir görev talep etmek ister. Bu konuda Fethi Beyle beraber çıkardığı “Minber” gazetesinde ilk mesajını şöyle verir:

“İngilizlerin Osmanlı milletinin hürriyetine ve devletimizin istiklaline riayette gösterdikleri hürmet ve insaniyet karşısında yalnız benim değil, bütün Osmanlı milletinin İngilizlerden daha hayırlı bir dost İngilizlerden daha hayırlı bir dost olamayacağını kanaatiyle mütehassis olmaları pek tabidir.[8]

Mustafa Kemal çalışmalarını mevcut hükümetin yıkılması ve kendisinin bu hükümette görev alması için çalışmalarını basın yoluyla yoğunlaştırır. Minber Gazetesi, mevcut Tevfik paşa hükümetinin çekilmesi ve yeni hükümetin kurulması için kampanya yürütüyor. Tabii Mustafa Kemal Harbiye Nazırı olacağı yen hükümet… Burada yakın arkadaşı Fethi Bey’in başkanlık yaptığı Ahrar Fırkası’nın iktidara gelmesi gerekmektedir[9].

Mustafa Kemal hedeflerine ulaşmak için tüm ihtimalleri değerlendirir. Bu arada en büyük umudu Mebusan Meclisi’nden destek bulmaktır. Bu açıklamalarıyla, hükümette yer almak ister. Aynı zamanda İngilizlerin ve siyaset çevrelerinin dikkatini çekmeye çalışır. Mustafa Kemal Paşa’nın bütün bu faaliyetleri iki taktik amacı vardır. Bunlar için siyaset yapıyor. İngilizler, İttihatçı yönetiminde “düşman Türkiye” ile savaşmıştı. Şimdi “dost Türkiye” olduğunu görerek, yapılacak barış antlaşmasında adil davranır mıydı? Bu beklenti çok yaygındır. Padişah bu görüşe saplanıp kalacak, Mustafa Kemal ise, İngilizlerin Mondros’a bile uymadıklarını görerek mücadele yolunu seçecektir[10].

Mustafa Kemal Paşa’nın ikinci taktik hedefi, mevcut Tevfik Paşa hükümetini düşürmek, onun yerine Ahmet İzzet Paşa’nın kuracağı bir hükümete Harbiye Nazırı olarak girmek, İstanbul’da iktidarı ele almaktır[11].  Taha Akyol Lord Kinross’a atıf yaparak şu ifadeleri kullanıyor; “ Mustafa Kemal şimdi de, acaba bizzat, Müttefikler yoluyla bir iş başarabilir mi, diye düşünmeye başlıyor. Ne de olsa İtilaf Devletleri memleketin kaderine hâkim durumdalar. Onun hiç yetkisiz olmaktansa herhangi bir yetkili görevde bulunması, isteklerini (yani Lord Curzon’un korktuğu milli ayaklanmayı) gerçekleştirmek için şarttı yorumunu yapıyor[12].

 

2.1.2. Genel Türk Siyaseti ve İtalyanlarla Görüşme

İngilizler’ den ve Osmanlı Padişah’ın dan istediği desteği alamayan Mustafa Kemal Milli Mücadele için çare ararken aradığı ilk desteği İtalyanlardan alır. İtalyan Baş delegesi Kont Sforza, İngilizlerin desteklediği Yunanistan’a karşı milliyetçi bir hükümet kurmanın mümkün olup olmadığı konusunda Mustafa Kemal’in ağzını aradı. Mustafa Kemal anlamıştır ki, İngiltere ve Yunanistan’a karşı İtalya’dan yararlanmak mümkün[13].

Mustafa Kemal gerçekten Kurtuluş Savaşı’nda İtalyan – Yunan karşıtlığından yararlanacak ve batılı devletlerle ilk antlaşmayı İtalya ile yapacaktır. Atatürk Milli Hedefe ulaşmak için işgalci güçlerin arasındaki sıkıntılardan çok iyi yararlanmıştır. Bu konuda Emel Poyraz makalesinde Atatürk’ün stratejilerinde eski Türk Devlet geleneklerini örnek aldığını ifade ediyor. Şöyle diyor Poyraz “ Mete Han döneminde Türkler kendilerinden sayıca çok daha üstün olan Çinlilerin ordularının hatları arasını keserek düşmanının birbiriyle iletişimine ve koordinasyonuna izin vermeden rakiplerini yenmişlerdi…[14].” İşte bu taktikleri çok iyi geliştiren Mustafa Kemal önce İtalya ardından Fransa’yı İngiltere ve Yunanistan ikilisinden koparacaktır.

 

2.1.3. Tek Çare Anadolu ve Milli Bir Mücadele Fikri

Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’da yaptığı tüm girişimler sonuçsuz kalmıştır. Ardından İngilizler’ in de Mondros Mütarekesine aykırı olarak davranmaları çarenin milletin bağrı olan Anadolu’da olduğu fikri hâkim olur. Paşa kendisine yakın gördüğü arkadaşlarına konuya açmak, destek almak için Şişli’de bulunan evini karargâh haline dönüştürür. O dönemde çalmadık kapı bırakmaz. Aldığı izlenimler şöyledir;

“Temas ettiklerim arasında eski İttihatçılardan yahut İtilafçılardan, işgal kuvvetleri ile beraber çalışanlardan birçok kimse vardı. Ayrıca Mondros Ateşkes Anlaşması gereği ordunun terhis edilmesi üzerine İstanbul’a dönerek boşta kalanlar ile Harbiye Nezareti’nde görevli subaylardan nasıl istifade ederim düşüncesiyle kendilerini münasip şekilde yokladım. Hiç birinin Anadolu’ya geçmek şöyle dursun, yerinden bile kıpırdamak istemediklerini üzülerek gördüm[15]”. Ne acı ve düşündürücüdür ki! Mustafa Kemal Paşa, yaptığı temaslar sonunda koca imparatorlukta milli mücadelenin Anadolu’dan başlatılmasına inanan kendisi dâhil sadece 5 kişi bulabilmiştir. Ama ne olursa olsun düşüncesini eyleme geçirecektir. Çünkü inancını ve idealini her çeşit olumsuzluğa rağmen kaybetmemiştir. Bunun için Yaveri Cevat Abbas’a Şişli-Üsküdar Tavşancıl-Yarımca-Değirmendere-İznik güzergâhını takiben gizli olarak Anadolu’ya “Geçiş Planı” hazırlatmıştır.

Mustafa Kemal’in İstanbul’daki bu çalışmalarını “siyasi çözüm arayışı olarak” niteleyebiliriz. Bu çalışmaları Mart ortalarına kadar sürüyor. Mart ortalarında, İstanbul’da bir şeyler yapmanın mümkün olmadığı netleşiyor… O sırada Kazım Karabekir ve Ali Fuat Paşalar, Mustafa Kemal Paşa ile görüşerek, Milli Mücadele düşüncesiyle tayinlerini Anadolu’ya yaptırıyorlar[16].

Özetle Mustafa Kemal’in asıl hedefi olan Milli Mücadele için İstanbul’da ki çabası, bir şeyler yapmak için, askeri ve siyasi bir kuvvet ele geçirmektir. Fakat İngilizlerden de bir şey çıkmıyor. Artık tek yol Anadolu’dur. Aradığı askeri ve siyasi gücü, padişah fermanı ile alacak ve 9. Ordu Müfettişi olarak o şekilde Samsun’a çıkacaktır[17].

2.1.4. Milli Mücadele Hedefine Yürürken İç ve Dış Stratejiler

Siyasi gelişmeleri bu kadar yakından takip eden bir kurmay olarak Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a çıkarken elbette hangi güçlere dayanabileceğinin bir analizini yapmıştı. Hareketin meşrutiyet temeli “Hâkimiyet-i Milliye” olacaktı.

Peki, dünya politik dengelerinde hangi kuvvetlere dayanacak, nelerden destek alacak, İngilizlere karşı hangi politik güçlerle ittifak yapacaktı? Bu sorunun cevabında Milli Mücadele’nin temel ideolojisi yatıyor, yani “Doğu Mefkûresi”, bir başka değişle Doğu milletlerinin kurtuluşu amaçlayan, antiemperyalist bir İslam ve sol anlayışı…

Daha Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru umutsuz İstanbul’un kapkara semalarında uzaktan görünen iki yıldız, biraz umut uyandırdı. Çarlığı deviren ve “Mazlum Milletler”e özgürlük vaat eden Bolşevik Devrimi ve İslam dünyasında Türkiye lehine İngiltere’nin aleyhine baş gösteren kıpırdanışlar[18].

Anadolu’ya çıkmış olan Mustafa Kemal Paşa bu tabloyu çok iyi görüyor, İslam Âlemine beyanname yayınlıyor, Meclis’i dualarla, tekbirlerle açıyor, Hilafeti kurtarmak için çarpıştığını ilan ediyor… Lenin’e mektuplar yazıyor, Bolşevizm’i övüyor, Ankara’da bir Komünist Partisi kurduruyor, emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadele ettiğini defalarca söylüyor.

 

2.1.5. Dış Siyaset Stratejisi

 

a- İslam Etkeni: Bu etken içerde Müslüman halkı birleştirmek, dışarda ise İngiltere’ye karşı Türkiye lehine ciddi bir baskı oluşturmada son derece yararlı oldu. Bilhassa Hindistan (bugünkü Pakistan dâhil) Müslümanların “Hilafet Hareketi”, kökleri Balkan Savaşı’na kadar inen, güçlü ve yaygın hareket olarak Türkiye’ye büyük destek sağlayacak, İngiltere üzerinde ciddi suretle frenleyici etki yapacaktır.

b- Bolşevik – Rusya Etkeni: Bolşevikler ve Milli Mücadele bu aşamada aynı saftadır. İngiltere’ye karşı direniş ve mücadele. Mustafa Kemal’le, Lenin arasında yazışmalar vardır. Bolşeviklerle antlaşmalar imzalanmıştır. Bolşeviklerden büyük çapta silah ve para yardımı alınmıştır. Her iki tarafta da bundan büyük siyasi ve askeri yarar sağlamıştır.

c- Müttefikler Arasında Ayrılıklar: Bu konuyla ilgili yukarda az da olsa bilgi vermiştik. İsterseniz biraz konuyu açılım.

Milli mücadele kadrosu ve Mustafa Kemal Paşa, Birinci Cihan Harbi bittikten sonra menfaatleri çatallaşan, çeşitli konularda birbirleriyle çelişen İtilaf Devletleri arasında ki menfaat çatışmalarından yararlanmayı bilmiştir. İngiliz, Fransız ve İtalyanlara karşı siyasetinde buna dikkat etmiş Amerika’yı gözden kaçırmamıştır[19].

 

2.1.6. İç Siyaset Stratejisi

Mustafa Kemal Paşa Milli Mücadele hedefinde Milli bir Türk Devleti olmasına rağmen bunu en yakınları haricinde kimseyle paylaşmıyor. İç siyasette sürekli İslami ve milli söylemler geliştirirken bir taraftan da hareketin Halife padişahı kurtarmak olduğu izlenimi veriyor. Bunanla ilgili birkaç örnek vermekte fayda var.

3 Temmuz 1919’da Mustafa Kemal Paşa, Sırtın da üniformasıyla, “3. Ordu Müfettişi”[20] ve “Fahri Yaver-i Hazret-i Şehriyari” sıfatıyla, Erzurum’a geliyor. 4 Temmuz, Sultan Vahideddin’in “cülus” yani tahta çıkmasının birinci yıldönümüdür. Mustafa Kemal paşa Erzurum'da “Cülûsu hümayunu cenab-ı padişahî münasebetiyle” tören düzenliyor. Mülki, idari ve askeri erkânın tebriklerini padişah adına kabul ediyor. Sivas Valiliği’ne bir telgraf çekerek, padişahın tahta çıkış yıl dönümüne kutladıklarını bildiriyor, bu vesile ile “vatan ve milletin giriftar olduğu vaziyettin güzel tecellilerle kurtulması ve mutlu bir netice aydınlığa ve ferahlığa ulaşmasını” temennisini iletiyor[21].

Mustafa Kemal Paşa askerlik mesleğinden istifa ediyor. Ya da Padişah görevden alıyor. Bu dönemde bile siyasetine devam ediyor. “ Şimdiye kadar gerek çok kutsal zât-ı hümayunlarınıza ve gerek Harbiye Nezaretine yaptığım sunuşlarda vatan ve milletin, yüce hilafet makamına uğradığı ve halen içinde bulunduğu acı durumları ve buna karşı duyulan milli elem ve acıları bütün aşamalarıyla ve gerçekleriyle arz ettim. Bunu yapmakla mukaddesatımın âciz nefsime yüklediği en yüksek ve en vicdanî vazifelerden birini yapmış oldum…

Yüce saltanat ve hilafet makamlarının ve necip milletlerinin hayatımın son noktasına kadar daima hırslı ve sadık bir ferdi gibi kalacağımı tam bir ubudiyetle arz ve temin ettim. Yüce şahsınızın sıhhat ve afiyeti için dua ve h9er türlü afetlerden korunmasını Cenab-ı Kibriya’dan niyaz…[22]

Daha sonra 23 Nisan 1920’de açılacak olan Türkiye Büyük Meclisi’nin açılışı Cuma gününe denk getirilip dualar tekbirler kurbanlar kesilerek açılmıştır. Mustafa Kemal Paşa yürüttüğü Türk Milli Mücadelesinin ana hedefi olan “Milli Türk Devleti’ni” kuruncaya kadar bu siyasetler ve stratejiler eşliğinde çalışmıştır.

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

3.1. Milli Mücadele’nin Aşamaları

Milli mücadele dönemi aşamalarını şu başlıklar altında inceleyebiliriz[23].

1- Mondros Ateşkes Antlaşması ve düşman işgalinden sonra Mitingler, protestolar şeklinde tepkiler dönemi.

2- Kuvva-i Milliye Dönemi

3- Heyet-i Temsiliye Dönemi

4- Düzenli ordu ve askeri harekât dönemi

5- Meydan Muharebeleri Dönemi

6- Barışa Dönüş Dönemi (Mudanya ve Lozan)

 

3.1.1. Mondros Ateşkes Antlaşması ve düşman işgalinden sonra mitingler, protestolar şeklinde tepkiler dönemi.

19 Mayıs 1919’da 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun’a gelen Mustafa kemal Paşa hem Milli Mücadele’yi hem de ilk aşama olan tepkiler dönemini başlatmıştır. Paşa çeşitli tarihlerde çektiği telgraflarla hem İstanbul Hükümeti ve işgalcilere mesaj verirken hem de milletin direniş başlatmasını istiyordu. 22 Mayıs’ta İstanbul’a çektiği şu telgrafta İzmir’in işgalini protesto ediyordu.

Rumların İslamları üzen fiillerden vazgeçerlerse eşkıyalığın ortadan kalkacağı, böylelikle İslam çetelerinin de ortadan kaldırılmasının mümkün olacağı ve lüzum görülürse askeri tedbirlerle bastırılmasının tabi olacağı en göze çarpan hususlardı. Ayrıca İngilizlere, Türklüğün yabancı idaresine tahammülünün olmadığı, İngilizler gibi medenî milletlerden müşavirlerin iyi karşılanacağı, Yunanlıların Osmanlı topraklarının hiçbir parçasını idareye haklarının olamayacağı söylenmiştir. İzmir hakkındaki İngilizlerin sorularına verilen cevapta, olayın devlet için tamamen millî ve hayati bir mesele ve İzmir’in Türkler için İstanbul kadar önemli olduğu ve en basit bir Türk köylüsünün bile aynı tarzda düşündüğü şeklindeki cümleler en göze çarpanlardı. Hiçbir yabancı özellikle de Yunanistan gibi hayalperest bir hükümetin işgaline razı olunamayacağı, kuvvetle yapılan işgalin geçici olacağı, milletin yekvücut olup, millî hâkimiyet esasını, Türklük duygusunu hedef alarak iş başındaki hükümeti tüm gücüyle destekleyip itaat edeceğine de vurgu yapılmıştı[24]. Bu sözlerle Mustafa Kemal Paşa, İstanbul hükümetine Türk Milleti’nin işgalleri kabullenmeyeceği ve karşı çıkacağı mesajını vermişti.

Mustafa Kemal Paşa 23 Mayıs 1919’da 15. Kolordu Kumandanlığına gönderdiği telgrafında, İtilaf Devletlerinin Osmanlı Devleti’nin varlığı aleyhine İzmir’i Yunanlılara işgal ettirmek suretiyle haksız tutumlarına karşı her tarafta başlayan tezahüratların ve müracaatların ardının kesilmeyerek bir fiili bir netice verinceye kadar sürdürülmesini ve her yerde millî galeyanların iyi bir şekilde idare edilmesini elzem görmekteydi. Hilafetin ve millî istiklalin devamının ancak milletin heyecanının süratle ve müessir bir şekilde dışarıya aksettirilmesine bağlı olduğunu ileri süren Mustafa Kemal Paşa, yapılan mitinglerin elde edilecek başarıların devletin bekasının korunmasına yardımcı olacağını hatırlatmaktaydı. Mustafa Kemal Paşa’ya göre, hükümet ve askeriye el ele vermek suretiyle Millî Mücadele’yi organizede millete yardımcı olmalı, memurlarla askerlerin Millî Mücadele’ye yönelik hizmetleri afişe olmamalı, mitinglerin halkın yüreğinden doğduğu ve adaletin zuhurunun beklenildiği İstanbul’daki İtilaf temsilcilerine duyurulmalıydı[25].

Mustafa Kemal Paşa Havza’dayken 29 Mayıs’ta meşhur Havza Bildirgesi’ni yayımlamıştı. İzmir’in ve Manisa’nın işgalinin gelecekteki tehlikeyi daha da açık bir hale getirdiğini ve vatanın bütünlüğünü muhafaza için yapılan mitinglerin daha canlı olarak devam ettirilmesinin altını çizen Mustafa Kemal Paşa, bağımsızlığı yok eden işgal ve ilhak gibi hadiselerin milletin yüreğini kanatıp teessürünü artırdığına vurgu yapmıştır. Mustafa Kemal Paşa’ya göre, tahammülü mümkün olmayan bu durumun derhal ortadan kaldırılması için adaletle hareket eden tüm medeni milletlerin dikkatlerinin çekilmesi gerekiyordu. Bunun için bir hafta sonra heyecanlı mitingler yapılıp bu mitinglerin diğer yerlere de yayılmasını isteyen Mustafa Kemal Paşa, yapılması gerekenleri şu şekilde sıralamıştır: Tüm İtilaf Devletleri temsilcilerine ve Babıali’ye müessir telgraflar çekmek, memlekette bulunan bazı yabancıların bunlardan etkilenmesinden ötürü yapılan mitinglerde adap ve sükûneti muhafaza etmek, Hristiyan halka karşı husumetvari tavırlara girişmemek. Havza Genelgesi’yle Mustafa Kemal Paşa Samsun’da yaktığı bağımsızlık ateşini tüm yurda, tabana yaymak için mitingler tertip edilmesini istemişti. Elbette ki düşüncesi teslimiyet içindeki İstanbul hükümetinin ve Batı kamuoyunun dikkatini işgallere çekmek özellikle de Wilson İlkeleri’nin Osmanlı ile ilgili maddelerini gündeme getirmek istemekteydi. Harekete geçmeden evvel bir sonraki adımını dikkatlice düşünüp tartan Mustafa Kemal Paşa, yapılacak mitinglerde taşkınlıklardan kaçınılmasını özellikle de Hristiyan halkın korunmasını elzem görmekteydi. Zira Mondros Mütarekesi’nden sonra başlayan işgallerin gerekçelerinden biri Hristiyan halkın tehlikede olmasıydı. Sonuç itibariyle beklenen tepkileri getiren Havza Genelgesi doğrultusunda birçok yerde mitingler yapılmıştır[26].

 

3.1.2. Milli Mücadele’de Kuvva-i Milliye ve Kongreler Dönemi.

       3.1.2.a. Kuvva-i Milliye

Kuvay-ı Milliye hareketini meydana getiren ve yönlendiren millî cemiyetler olmuştur. Her bölgenin âdeta başının çaresine baktığı bu dönemde, o bölgenin müdafaası hususunda bu cemiyetler oldukça başarılı olmuşlardır. Belli başlı cemiyetler şunlardı[27]:

a. Trakya-Paşaeli Müdafaa Heyet-i Osmaniyesi: 1919 Haziranından itibaren Yunan kuvvetleri Trakya’ya girmeye başlamış, henüz Edirne düşmemişti. I. Ordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa, halkı toplayarak genel siyasî durumu anlattı ve Edirne’nin ileri gelenlerini teşvik ederek 2 Aralık 1918 tarihinde “Trakya-Paşaeli Müdafaa Heyet-i Osmaniyesi” adlı cemiyeti kurdu.

b. İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti: Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İzmir’in Yunanlılara verileceği söylentilerinin çıkması üzerine İzmir aydınları 2 Aralık 1918’de İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti’ni kurdular. Cemiyetin amacı, İzmir’in Türklüğü hakkında dünya kamuoyunu aydınlatmak ve barış konferansı nezdinde gerekli teşebbüslerde bulunmaktı.

c. Redd-i İlhak Cemiyeti: İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti’nin kurulduğu sıralarda aynı maksatla “Müdafaa-i Vatan Heyeti” çalışmalara başlamıştı. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden bir gün önce bu kuruluş “Redd-i İlhak” adını aldı. Cemiyeti meydana getiren İzmir Türk Ocağı’na mensup gençler Bahri Baba Parkı’nda bir toplantı yaparak İzmir’in müdafaasını kararlaştırdılar. Ertesi gün başlayan Yunan işgali karşısında tutunamayan teşkilât mensupları civar şehir ve kasabalara çekilerek “Müdafaa-i Hukuk” cemiyetinin kurulmasına kadar Batı Anadolu’da millî mücadelenin kökleşmesini sağladı. Cemiyet mensuplarından gazeteci Hasan Tahsin (Osman Nevres), 15 Mayıs günü Yunanlılara ilk kurşunu sıkarak millî direnişi fiilen başlattı. Yunanlılar tarafından şehit edildi.

d. Millî Kongre Cemiyeti: II. Meşrutiyet döneminde Türkçülük ülküsünü ve Türk milliyetçiliği hareketini millî eğitim vasıtasıyla yaymak için kurulmuş olan “Millî Talim ve Terbiye Cemiyeti” üyeleri 29 Kasım 1918’de İstanbul’da cemiyet merkezinde toplanarak “Millî Kongre”yi meydana getirdiler.

e. Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti: Merkezi İstanbul’da olup Prens Sabahaddin tarafından ortaya atılmış olan Adem-i Merkeziyet fikrini savunmakta idi.

f. Trabzon Muhafaza-i Hukuku Milliye Cemiyeti: Trabzon’un Osmanlı Devleti’nin ayrılmaz bir parçası olduğunu ispat etmek, millî haklarını korumak, bu haklara dokunulmamasını sağlamak için etkili teşebbüslerde bulunmak amacıyla kuruldu. Merkezi Trabzon’da idi. Cemiyet 12 Şubat 1919 tarihinde kuruldu.

g. Vilâyet-i Şarkiye Müdafaa-i Hukuku Milliye Cemiyeti: Merkezi İstanbul’da olmak üzere 4 Aralık 1918’de kuruldu. Erzurum ve Elazığ’da şubeler açan cemiyetin gayesi Doğu illerimizin Ermenilere verilmesini önlemektir.

g. Diğer Millî Cemiyetler ve Kuvay-ı Milliye Kuruluşları: Düşmana karşı koymak için kurulan cemiyetlerin içinde yer alan Karakol Cemiyeti de oldukça önemlidir. Bu cemiyet 19 Kasım 1919’da İstanbul’da kurulmuştur. Ayrıca Anadolu’daki Millî Mücadele’ye silah ve mühimmat kaçırılma işinde İstanbul’da Felah Grubu ile M.M. Grubu da büyük hizmetler görmüşlerdir[28].

Daha sonra bu dernekler Kuvva-i Milliye çatısı altında birleştirildi. Kısaca Atatürk Kuvva-i Milliye’yi şöyle açıklar: “ Hükümet merkezi, düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasal ve askerî bir çember vardı. İşte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, ulusun ve devletin bağımsızlığını koruyacak kuvvetlere emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve ulusun araçları temel görevlerini yapamıyorlardı. Yapamazlardı da. Bu araçları savunmanın birincisi olan ordu da, 'ordu' adını korumakla birlikte, elbette temel görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki yurdu savunmak ve korumak olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan doğruya, ulusun kendisine kalıyor. Buna Kuvva-i Milliye diyoruz[29].”

 

3.1.2.b. Genelge ve Kongreler Dönemi

a. Amasya Genelgesi (22 Haziran 1919)

19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a gelen Mustafa Kemal Paşa ve heyeti kısa bir süre Samsun’da kaldı. 25 Mayısta Havza’ya giden Mustafa Kemal Paşa, 13 Haziran 1919 tarihinde Amasya’ya geçti. 19 Haziran 1919 tarihinde Ankara’daki 20. Kolordu Komutanı Ali Fuad Cebesoy Paşa ile eski Bahriye Nazırı Rauf Orbay Amasya’ya geldiler. Durumu 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa’ya bildiren Mustafa Kemal, Amasya’da çalışmalara başladıklarını bildirdi. Bu sırada 3. Ordu Komutanı Refet Bey de Amasya’ya geldi. Varılan anlaşmayla Sivas’ta bir kongre toplanması kararlaştırıldı. Durum tekrar Kâzım Karabekir’e bildirildi. Ancak Kâzım Karabekir, Doğulu ve Trabzonlu Kuvay-ı Milliyecileriyle 10 Temmuz’da Erzurum’da bir kongrenin toplanmasına karar vermişlerdi. Bu durum karşısında 21 Haziran tarihinde yapılan son toplantıda delegelerle yapılacak olan kongrenin Erzurum Kongresi’nden sonra yapılmasına karar verildi. Bu karar 22 Haziran 1919 tarihinde yayınlandı. Amasya Genelgesi şu hususları kapsamaktadır:

1. Vatanın toprak bütünlüğü ve milletin istiklâli tehlikededir.

2. İstanbul’daki hükümet üzerine aldığı selahiyetleri hakkıyla kullanamamaktadır.

3. Milletin istiklâli, yine milletin azmi ve kararı ile kurtulacaktır.

4. Duruma çare bulmak, milletin hak isteyen sesini dünyaya duyurmak için her türlü tesir ve kontrolden uzak bir millî heyetin kurulması lâzımdır.

5. Anadolu’nun en emin yeri olan Sivas’ta bir millî kongrenin derhâl toplanması kararlaştırılmıştır.

6. Her vilayetten üçer temsilcinin derhâl yola çıkarılması gerekmektedir.

7. Her ihtimâle karşı durumun millî bir sır olarak tutulması gereklidir.

Tamimin yayınlanmasından bir gün sonra 24 Haziran 1919 tarihinde İçişleri Bakanlığı’nın gizli şifresiyle Mustafa Kemal’in görevden alındığına dair telgraflar çekilmiş ve vereceği emirlere uyulmaması istenmişti.

Mustafa Kemal, 25 Haziran’da Amasya’dan ayrılarak 27 Haziran 1919 tarihinde Sivas’a, 2 Temmuz’da Erzincan’a, oradan da 3 Temmuz’da Erzurum’a vardı. 5 Temmuz tarihinde verdiği emirle önemli haberleşme merkezleri Türk ordusunun kontrolü altına alındı. 8 Temmuz tarihinde İstanbul Hükümeti Mustafa Kemal’in görevden alındığını bildiren bir şifreyle 3. Ordu’ya bağlı kolordulara durumu bildirdi. Mustafa Kemal Paşa ise aynı gün, yalnız ordu komutanlığından değil aynı zamanda askerlik mesleğinden de ayrıldığını bildiren bir bildiri yayınlandı.

Erzurum’a gelen Mustafa Kemal ve Rauf (Orbay) Paşaların kongreye katılmalarını sağlayabilmek için iki delege istifa ederek bu imkânı sağlamıştır. 10 Temmuz’da başlaması gereken kongre, bazı delegelerin gecikmesi sebebiyle 23 Temmuz’a ertelendi. Kongre sırasında İstanbul’dan Harbiye Nezareti’nin yeni bir emri 15. Kolordu Komutanlığı’ndan Mustafa Kemal Paşa ile Refet Bey’in tutuklanmalarını istemekteydi (30 Temmuz 1919). Kâzım Karabekir Paşa cevabında İstanbul’un bu isteğini reddetmiştir (1 Ağustos 1919)[30].

 

b. Erzurum Kongresi (23 Temmuz-7 Ağustos 1919)

Kongre hazırlıkları bir taraftan devam ederken Mustafa Kemal Paşa 13 Temmuz tarihinde birliklere, komutanlara bir telgraf çekerek, itilâf kuvvetlerinin emirlerinin dinlenilmemesini, her komutanın görevinde kalmasını yerlerinden ayrılmamalarını bildirdi. Nihayet Kongre 23 Temmuz tarihinde açıldı. 56 delege ile açılan Erzurum Kongresi geçici başkan Raif Efendi’nin konuşmasıyla açıldı. Mustafa Kemal Paşa, oy çokluğu ile Kongre Başkanlığı’na getirildi. Uzun görüşmelerden sonra alınan kararlar tespit edildi. Bu arada bir de Heyet-i Temsiliye seçildi. 9 kişiden oluşan bu Heyet-i Temsiliye şunlardan oluşmuştu: Mustafa Kemal Paşa, Rauf Orbay, İzzet Bey (Eski Trabzon Milletvekili), Servet Bey (Eski Trabzon Milletvekili), Hoca Raif Efendi (Eski Erzurum Milletvekili), Sadullah Efendi (Eski Bitlis Milletvekili), Bekir Sami Bey (Eski Trabzon Valisi), Ahmet Fevzi Efendi (Erzincan’da Nakşibendî Şeyhi), Hacı Musa Bey (Mutki’de aşiret reisi). Alınan Kongre kararları 7 Ağustos tarihinde yayınlandı. Erzurum Kongresi Beyânnâmesi aynen şöyledir:

1. Trabzon İli, Samsun Sancağı ile Doğu Anadolu illeri (Erzurum, Elazığ, Diyarbakır, Van, Bitlis, Sivas) ve bu bölgedeki bağımsız sancaklar, hiçbir sebep ve bahane ile birbirlerinden ve Osmanlı topluluğundan ayrılması mümkün olmayan bir bütündür. Mutlulukta ve felâkette ortaklığı kabul eder ve aynı amacı hedef edinirler. Bu bölgede yaşayan bütün Müslümanlar birbirlerine karşı fedakârlık duygusu ile doludurlar. Sosyal ve sosyal durumlarına saygılı, öz kardeştirler.

2. Osmanlı vatanının bütünlüğü ve milletin bağımsızlığının sağlanması, saltanat ve hilâfet makamlarının korunması için millî kuvvetleri yapıcı duruma getirmek ve millî iradeyi egemen kılmak esastır.

3. Her türlü işgal ve müdahale Rumluk, Ermenilik kurulması amacına yönelme sayılacağından birlikte savunma ve karşı koyma esası kabul edilmiştir. Siyasî egemenliği ve sosyal dengeyi bozacak surette, Hıristiyanlara yeni imtiyazlar verilmesi kabul edilmeyecektir.

4. Hükümetin buraları bırakmak veya buralarla ilişiğini kesmek zorunda kalması ihtimâline karşı saltanat ve hilafete bağlılığı ve millî hakları koruyucu tedbirler ve kararlar alınmıştır.

5. Vatanımızda, öteden beri birlikte yaşadığımız Müslüman olmayan kimselerin, kanunlarla pekiştirilmiş müktesep haklarına tamamıyla uyarız. Mal, can ve ırzlarının korunması, esasen dinimizin, millî geleneklerimizin ve yasalarımızın gereği olduğundan, bu esas, kongremizin genel fikri ile de sağlamlaştırılmıştır.

6. İtilâf devletlerinden; Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 günündeki sınırlarımız içinde kalan ve her bölgesinde olduğu gibi, Doğu Anadolu illerinde, büyük çoğunluğu Müslüman olan, kültürel ve ekonomik üstünlüğü Müslümanlara ait olan, birbirlerinden ayrılmaları imkânsız öz kardeş, dindaş ve soydaşlarımızın oturduğu memleketlerimizin bölünmesi düşüncesinden vazgeçerek, varlığımıza ve tarihî, ırkî, dinî haklarımıza saygı gösterilmesi ve bu suretle hak ve adalete dayanan bir karar verilmesi beklenir.

7. Milletimizin insanî ve asrî amaçları yücedir. Fen, sanayi ve ekonomi bakımından ihtiyaçlı durumumuzu takdir eder. Bundan ötürü; devlet ve milletimizin iç ve dış bağımsızlığı, vatanımızın bütünlüğü saklı kalmak üzere, altıncı maddede açıklanmış olan sınırlar içinde, milliyet esaslarına uygun ve memleketimize karşı istilâ isteği olmadan herhangi bir devletin teknik, endüstriyel ve ekonomiye ait yardımlarını hoşnutlukla karşılarız. İnsanlığın esenliği ve umumun huzuru adına, böyle insanî ve adaletli kuralları kapsayan bir barışın tez elden kararlaştırılması en büyük millî arzumuzdur.

8. Milletlerin kaderlerini kendilerinin çizdiği bu tarihî çağda İstanbul Hükümeti’nin de millî irâdeye boyun eğmesi zorunludur. Çünkü millî iradeye dayanmayan hükümetlerin kendi başlarına verdikleri kararlara milletçe uyulmadığı gibi, bu kararların dışında da itibarı olmadığı ve olmayacağı şimdiye kadarki olaylar ve sonuçlarıyla ispatlanmıştır. Bundan ötürü, milletin, içinde bulunduğu korkulu durumdan ve kuşkudan kurtulma çarelerine başvurmasına hâcet kalmadan hükümetimizin hemen millî meclisi toplaması ve bu suretle milletin ve memleketin kaderi hakkında alacağı bütün kararları millî meclisin denetiminden geçirmesi zorunludur.

9. Vatanımızın karşılaştığı üzücü olaylar ve aynı amaçla millî vicdandan doğan derneklerin anlaşma ve birleşmeleri ile meydana gelen kitle bu kere “Doğu Anadolu Müdafaai Hukuk Cemiyeti” adında bir topluluk hâline getirilmiştir. Cemiyet her türlü particilik akımlarının dışındadır. Bütün Müslüman yurttaşlar derneğin tabii üyesidir.

10. Kongre tarafından seçilen bir Heyet-i Temsiliye kabul edilmiş ve köylerden il merkezlerine kadar olan millî kuruluşlar birleştirilmiş ve sağlamlaştırılmıştır[31]. Yayınlanan beyânnâmeden de anlaşılacağı üzere Erzurum Kongresi tam bir Millî Mücadele ve onun başlangıç noktasıdır.

c. Sivas Kongresi (4-12 Eylül 1919)

İstanbul hükümeti bütün gücüyle Sivas Kongresi’nin yapılmamasına çalışıyordu. Bu arada İtilâf Devleri de bu amaçla çaba sarf etmekteydi. Bölgede bulunan Fransız subayları “Kongrenin yapılması hâlinde işgale uğrayacaklarını” Sivas valisi Reşit Paşa’ya tehdit yolu ile bildirmişlerdi. Fransız Binbaşısı Brüno ise İtilâf kuvvetleri aleyhine bir karar çıkmazsa Kongreye müdahale edilmeyeceğini bildiriyordu. Bu sebeple Sivas valisi kongrenin ertelenmesini Mustafa Kemal Paşa’dan istemişse de Mustafa Kemal Paşa valinin tereddüdünü gidermeyi başardı. 29 Ağustos 1919 tarihinde Mustafa Kemal Paşa Erzurum’dan ayrıldı. 2 Eylül 1919 tarihinde Sivas’a gelen Mustafa Kemal Paşa hemen çalışmalara başlamıştı. 4 Eylül günü çalışmalara başlayan kongreyi Mustafa Kemal Paşa açtı. Uzun bir konuşma yaparak memleketin genel durumu hakkında delegelere bilgi verdi. Sivas Kongresi, Erzurum Kongresi’nde temeli atılan Millî Mücadele kararının bütün millete, memlekete mal edilmesi amacıyla yapılıyordu. Delege sayısı 38’dir. Başkanlık seçimine gidildiğinde Mustafa Kemal Paşa oy çokluğuyla başkan seçildi. Sivas Kongresi’nde alınan kararlar ise şunlardı:

1. Osmanlı Devleti ile İtilâf Devletleri arasında yapılmış olan Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 20 Ekim 1918 günündeki sınır içinde kalan ve her bölgesi Müslüman çoğunluğu ile dolu bulunan Osmanlı Ülkesinin bölgeleri birbirinden ve Osmanlı topluluğundan ayrılmaz, bölünmez bir bütündür. Bu bölgelerde yaşayan bütün Müslümanlar birbirlerine karşılıklı saygı ve fedakârlık duygularıyla doludurlar. Sosyal hakları ile bölgesel kurallarına saygılı öz kardeştirler.

2. Osmanlı topluluğunun bütünlüğünün ve millî bağımsızlığının sağlanması, hilâfet ve saltanat makamlarının korunması için millî kuvvetleri yapıcı duruma getirmek ve millî iradeyi egemen kılmak esastır.

3. Osmanlı ülkesinin herhangi bir parçasının işgaline veya herhangi bir müdahaleye ve özellikle vatanımız için bağımsız Rumluk veya Ermenilik kurulması amacına yöneltilmiş hareketlere karşı (Aydın, Manisa, Balıkesir cephelerindeki millî mücadele çabalarında olduğu gibi) birlikte savunma ve karşı koyma esas olarak kabul edilmiştir.

4. Öteden beri aynı vatan içinde birlikte yaşadığımız Müslüman olmayan kimselerin her türlü vatandaşlık hakları saklı kalacağından, bunlara, siyasî egemenliğimizi ve sosyal düzenimizi bozacak yeni imtiyazlar verilmesi kabul edilmeyecektir.

5. Osmanlı Hükümeti, bir dış baskı karşısında, ülkemizin herhangi bir parçasını bırakmak veya onunla ilgilenmemek zorunda kalırsa Hilâfet ve Saltanat makamları ile yurdun ve milletin korunmasını ve bütünlüğünü sağlayacak her türlü tedbirler ve kararlar alınmıştır.

6. İtilâf Devletleri’nden; Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 günündeki sınırımız içinde kalan, Müslüman çoğunluğunun oturduğu, kültür ve uygarlık üstünlüğü Müslümanlara ait ülkemizin millî bütünlüğünün bölünmesi düşüncesinden tamamen vazgeçilerek bu topraklar üzerindeki tarihî, coğrafî, sosyal ve dinî haklarımıza saygı gösteren, buna aykırı davranışları ortadan kaldıran haklı ve adaletli bir karara varmalarını bekleriz.

7. Milletimiz insanî ve modern gayeleri yüceltir, teknik ve ekonomik durum ve ihtiyaçlarımızı takdir eder. Bundan ötürü devlet ve milletimizin iç ve dış bağımsızlığı ve vatanımızın bütünlüğü saklı kalma şartıyla, altıncı maddede belirtilen sınırlarımız içinde milliyet esaslarına saygılı ve ülkemizi ele geçirmek isteği olmayan herhangi bir devletin teknik, endüstriyel ve ekonomik yardımlarını hoşnutlukla karşılarız. Adaletli ve insanî kuralları kapsayan bir barışın tez elden kararlaştırılması da insanlığın selâmeti ve umumun huzuru adına, özellikle, millî emellerimizdendir.

8. Milletlerin kendi kaderlerini kendilerinin çizdiği bu çağda hükümetimizin de millî iradeye uyması zorunludur. Çünkü millî iradeye dayanmayan hükümetlerin kişisel ve keyfî kararlarına milletçe uyulmadığı gibi, bu kararlara dışta da itibar edilmediği ve edilmeyeceği bugüne kadar ki olaylar ve sonuçları ile belli olmuştur. Bundan ötürü milletin, kendiliğinden, içinde bulunduğu kuşku ve güvensizlikten kurtulma çarelerine başvurmasını beklemeden, hemen Millî Meclisin toplantıya çağrılması ve böylece millet ve memleketin mukadderatı hakkında alınacak kararların millî meclisin denetimine sunulması zorunludur.

9. Vatanımızın ve milletimizin uğradığı zulüm ve katlandığı acılara ve tamamen aynı amaçla millî vicdandan doğan vatanî ve millî derneklerin birleşmesinden meydana gelen topluluk bu kere (Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti) olarak adlandırılmıştır. Bu cemiyet her türlü particilik akımlarından ve ferdî tutkulardan arınmıştır. Bütün Müslüman yurttaşlarımız bu cemiyetin doğal üyeleridirler.

10. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin 4 Eylül 1919 gününde Sivas’ta toplanan genel kongresince kutsal amacı izleyerek genel kuruluşları yönetmek için bir Heyet-i Temsiliye seçilmiş ve köylerden il merkezlerine kadar bütün millî kuruluşlar birleştirilip kuvvetlendirilmiştir[32].

 

3.1.3. Heyet-i Temsiliye ve Dönemi

Sivas Kongresi’nde de bir Heyet-i Temsiliye seçildi. Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında oluşan bu heyet 16 delegeden oluşmuştu. Hedefine adım adım yaklaşan Mustafa Kemal Paşa 13/14 Eylül günü bir genelge yayınlandı. Durumu önleyemeyen ve millet nazarında itibarını tamamen kaybeden Damad Ferid Paşa kabinesi düştü. 2 Ekim 1919 tarihinde Sadrazamlığa getirilen Ali Rıza Paşa yeni hükümeti kurdu. Millî Mücadele hareketine yakınlığı ile tanınan Sadrazam Ali Rıza Paşa ve hükümetinin ilk işi seçimlere gitmek ve Osmanlı Mebusan Meclisi’ni toplamak oldu. Yeni hükümet, Heyet-i Temsiliye başkanı Mustafa Kemal’le görüşmek üzere Bahriye Nazırı Salih Paşa’yı Amasya’ya gönderdi. Amasya Protokolü olarak geçen bu buluşma 20-22 Ekim 1919 tarihinde oldu. Mustafa Kemal Paşa bu protokolle, Erzurum ve Sivas kongresince alınmış olan kararları Salih Paşa’ya bildirdikten başka bu hususta prensip anlaşmasına varıldı. Böylece memleket içinde yeni seçimlerin yapılması hususunda ileri bir adım atılmış oldu[33]. Heyeti Temsiliye görevini Mebusan Meclisi’nin “Misak-ı Milli” kararlarından sonra dağıtılmasından ve 23 Nisan 1920’ye yani Türkiye büyük Millet Meclisi’nin açılıncaya kadar görevini sürdürmüştür.

 

3.1.4. Düzenli ordu ve askeri harekât dönemi

Büyük Millet Meclisi kurulduktan sonra sıra düzenli ordunun kurulmasına gelmişti. Ancak Mondros mütarekesi ile düzenli ordu dağılmıştı. Anadolu’da bir biçimde kalmasına izin verilen birliklerde de yoğun firarlar mevcut sayılarda eksilmeler vardı. Birliklerde yalnız askerler değil, subaylarda erimiş durumdaydı. Bu tarihlerde Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Hükümet Başkanı Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’da Yunan ilerleyişine başarılı bir biçimde karşı koyabilmek için düzenli ordu kurulması gerektiğine inanıyordu[34]. Yaşanan iç isyanlar ve Çerkez Ethem Olayı artık düzenli ordunun kurulmasının gerektiği fikrini olgunlaştırdı.

Askerden kaçışlar için çıkarılan yasa ile güvenliği sağlamak için kırsal alanda görev yapacak gezici Jandarma birlikleri oluşturuldu. Ankara’da subay eksikliğini gidermek için bir subay okulu açıldı. Ordunun gereksinimleri hükümet tarafından karşılanmaya çalışılıyordu. Ardından seyyar güçleri bir disipline sokmak için atak yapıldı: Kuvva-i Milliye birlikleri, Savunma Bakanlığına bağlandı.

Bu düşünceler doğrultusun da hemen harekete geçildi. Batı Anadolu’da düşman ordusuna karşı cephe oluşturulmuştu. Bu cephe ikiye bölünerek güney kısmına komutan olarak Atatürk’le birlikte Samsun’a çıkanlardan Refet Bey (Bele), batı kısmına da İsmet Bey (İnönü) komutan olarak atandı. Bütün bu düzenlemelerde, ordu komutanı olarak Mustafa Kemal Paşa belirleyici oldu. O günkü askerlik tekniği açısından bu gerekli ve belki de ordu için kaçınılmaz bir oluşumdu[35].

 

3.1.5. Meydan Muharebeleri Dönemi ve Cepheler

3.1.5.1. Güney Cephesi

Güney Cephesi (Cenup Cephesi), Fransız Cephesi veya Kilikya Cephesi I. Dünya Savaşı'nın ardından Fransız kuvvetleri ve beraberindeki Ermeni Lejyonu ile TBMM idaresindeki Kuvâ-yi Milliye arasında gerçekleşen muharebelerden meydana gelen cephedir. Fransa, Sykes-Picot Anlaşması ve ardından Ermeniler ile imzalanan antlaşma ile kendisine düşen topraklara yönelmiştir. 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Anlaşması ile cephe kapanmıştır[36].

3.1.5.2. Doğu Cephesi

Kazım Karabekir Paşa’nın kumamda ettiği Doğu Cephesin de Türkiye Büyük Millet Meclisi ilk önemli zaferini kazanmıştır. Kazım Karabekir'in harekât boyunca isabetli kararları, cesareti ve sağduyusu olmasaydı Kurtuluş Savaşı'nın akıbetinin zor bir safhaya gireceği şüphesizdir. Karabekir, Türkleri Ermenilerin ayakları altında ezdirmemiş, ele geçirdiği yerlerdeki Ermenilere ayrım yapmadan hoşgörüyle yaklaşarak örnek bir insanlık dersi vermiştir. Kâzım Karabekir, Doğu Cephesi harekâtında kazandığı zaferle, Elviye-i Selâse'nin büyük bir kısmını (Kars, Ardahan, Artvin'i) tekrar anavatana katmıştır. Bu gelişme siyasi olarak T.B.M.M.'nin yasal platformda tanınmasına, ciddiye alınmasına sebep olmuştur. Osmanlı Hükümeti yerine, anlaşma yolları artık TBMM Hükümeti'yle aranmıştır. Doğu Cephesi'ndeki tehdit ortadan kalkınca serbest kalan doğu ordusunun birlikleri ve silâhları Batı Cephesi'ne nakledilmiştir. Eğer harekât başarısızlığa uğrasaydı, Türk yurdu ve insanı Ermenilerin haricinde daha pek çok işgal hareketlerine ve züllüme maruz kalabilirdi. Neticede Ermenistan, Azerbaycan ve Türkiye arasında mümkün olan en zararsız sınırlar içerisinde kaldı ve tekrar Türkiye'yi tehdit etmesi engellenmiş oldu[37].

3.1.5.2. Batı Cephesi

a. İnönü Savaşları

a.a. 1. İnönü Savaşları

 6 Ocak 1921 tarihine kadar Uşak ve Bursa bölgesinde hazırlıklarını sürdüren Yunanlar, Türk-Batı Cephesi birliklerinin Çerkez Ethem Kuvvetlerinin Tenkili harekâtı ile meşgul olmasından da faydalanarak, İnönü-Eskişehir istikametinde taarruza başladılar. 6-9 Ocak 1921 tarihleri arasındaki muharebeler, örtme ve emniyet kuvvetleri harekâtı şeklinde cereyan etti. İnönü mevzilerindeki muharebeler 10 Ocak 1921 tarihinde başlamış, Yunan kuvvetlerinin taarruz çıkış hatlarına çekildiği 11 Ocak 1921 tarihine kadar sürmüştür.

Türk tarafı, her ne kadar sürekli geri çekilmiş olsa da, Yunan kuvvetlerinin Eskişehir yönünde ilerlemesini durdurmuş olduklarını ileri sürerek savaşı, kesin bir zafer olarak tanımlamaktadırlar. Yunan tarafı ise, harekâtın zaten sınırlı hedefli olduğu ve planlanan hedeflere ulaşıldığı gerekçesiyle bunu reddetmektedirler. Bu tartışmalar günümüzde de sürmektedir. Savaşı, Türk tarafının zaferi olarak değerlendiren çevrelerde ileri sürülenlerin görüşler temelde, Türk tarafının belirli bir miktar malzeme kaybetmesine, bölgedeki demiryollarının imha edilmiş olmasına karşın, toprak kaybetmediği olgusuna dayanmaktadır. Yunan kuvvetlerinin geri çekilmesinin ise, plan ne olursa olsun, gerek Türk, gerek dünya ve gerekse de Yunan kamuoyunda, Yunan kuvvetlerinin zaferi olarak algılanmadığı ileri sürülmektedir. Çünkü savaş sonrasında, kazanan tarafın, karşı tarafa iradesini kabul ettirdiği bir antlaşma yoktu. Savaştan hemen sonra Türk tarafında durum bu şekilde değerlendirilmiş, Ankara'da geniş çaplı kutlamalar yapılmıştır. Gerek Türk kamuoyu, gerekse de Türk Silahlı Kuvvetleri, muharebeleri kesin bir zafer olarak değerlendirmiştir[38].

a.b. II. İnönü Savaşları

Londra Barış Konferansı’nın önerilerinin TBMM Hükümeti’nce reddedilmesi üzerine, İtilaf Devletleri’nin isteklerini zorla Türklere kabul ettirmekle görevlendirilen[kaynak belirtilmeli] Yunanlar, Bursa üzerinden Eskişehir’e, Uşak üzerinden Afyon’a doğru 23 Mart 1921'de saldırıya geçtiler. Yunanlar, Bilecik’i, İnönü’de Metris Tepe’yi ve Uşak’ı ele geçirmeleri üzerine, TBMM Muhafız Taburu cepheye gönderildi. Böylece güçlenen Türk kuvvetleri karşı saldırıya geçerek Yunan saldırısını püskürttü. Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey’in savaş süresince verdiği “mevzilerin kesin olarak savunulması” emri başarının elde edilmesinde etken oldu.1 Nisan 1921’de Yunan ordusu Bursa’ya çekilmeye başladı. Böylece Yunanlar İnönü’de ikinci kez yenildiler[39].

a.c. II. Sakarya Savaşı

Yunanlılar Türk kuvvetlerine son darbeyi indirmek amacıyla 23 Ağustos’ta Sakarya Nehri’ni aşıp Türk mevzilerine saldırdılar. Sakarya Meydan Muharebesi’ne Millî Mücadele’nin en önemli askeri başarısı diye bakılabilir. Hatta bu muharebe, Türk tarihinde de bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir. Çünkü 1683 Viyana Kuşatmasından sonra başlayan ve yüzyıllarca devam eden, Türk geri çekilişi bu savaşta durdurulmuş, bundan sonra Türk ordusu tekrar ilerlemeye başlamıştır.

Mustafa Kemal Paşa “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla sulanmadıkça vatan terk olunamaz” emrini bu muharebede vermiştir. Mustafa Kemal’in bizzat idare ettiği muharebede, 10 Eylül’de Türk karşı taarruzları başladı. 22 gün 22 gece süren çarpışmalar sonunda düşman ordusu perişan oldu ve cepheyi terke mecbur kaldı. 13 Eylül’de Sakarya’nın doğusu tamamen düşmandan temizlendi. Uzun yıllardır zafere hasret olan Türk milletinin bu muharebeden sonra azmi ve kararlılığı bir kat daha artmıştı[40].

 

 

a.d. Büyük Taarruz

Sakarya zaferinden sonra Batılı devletlerin Türkiye hakkındaki düşünceleri ve Yunanlılara karşı tutumları değişmeye başlamıştır. Sürekli Yunanlılar tarafını tutan İngilizler bile Sakarya zaferini küçümsemiyorlar, Yunanlılar marifetiyle Anadolu’daki arzularını gerçekleştiremeyeceklerini görüyorlardı. İngiliz basınında barışın ilk şartının Yunan ordusunun Anadolu’dan çekilmesi olduğu yönünde yazılar çıkıyordu. İngiltere ve Müttefikleri “Şark Meselesi”ni görüşmek ve Türk askeri faaliyetlerini durdurmak amacıyla 21–26 Mart 1922 tarihinde Paris’te toplanmış ve 22 Mart’ta Türklere ve Yunanlılara mütareke teklifinde bulunmuşlardır. Yunanlıları bir yıldan beri taarruz için hazırlık yapan Türk Ordusu karşısında bırakmak istemeyen İtilaf Devletleri’nin bu teklifini Yunanlıların hemen kabul etmelerine karşılık, Türk tarafı mütarekeyi prensip olarak kabul etmekle birlikte ateşkes anlaşmasıyla Anadolu’nun boşaltılmasını şart olarak ileri sürmeyi kararlaştırmıştır. 22 Mart 1922 tarihinde yapılan mütareke teklifine cevap vermeye vakit kalmadan İtilaf Devletleri’nin Dışişleri Bakanları barış şartlarını içeren 26 Mart 1922 tarihli ikinci notayı göndermişlerdir. Her iki notanın da taşıdığı ağır şartları göz önünde bulunduran Mustafa Kemal Paşa, esaslı ve büyük bir savaşa hazırlanmak gerektiği kanaatindedir. Nitekim her iki notaya 5 Nisan 1922 tarihinde verilen cevapta ilke olarak ateşkes olarak anlaşmasının kabul edildiği, ancak temel şart olarak Anadolu’nun boşaltılması işine hemen başlanmasının zaruri olduğu ifade edilmiştir. İtilaf Devletleri 15 Nisan 1922 tarihinde verdikleri cevapta, Türk teklifini kabul etmemişlerdir. Esasen bu beklenen bir neticedir. Esaslı bir savaşa hazırlanan Türk tarafı, verilen cevapta siyaseten haksız bir duruma düşmemek için ustaca bir diplomasi dili kullanmıştır.

26 Ağustos sabahı Türk topçusunun ateşiyle başlayan Büyük Taarruz, planlandığı gibi bir imha savaşı olacaktır. Düşmanın kaçmasına fırsat verilmemesi gerekmektedir. Nitekim Türk Kuvvetleri, Yunan Ordusunun büyük bir kısmını Dumlupınar’da sıkıştırıp imha etmeyi başarmıştır. 30 Ağustos 1922 tarihinde Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın bizzat sevk ve idare ettiği meydan muharebesinde tamamen kuşatılan Yunan askerleri, imha olmaktan kurtulabilmek için süratle kaçmaya başlamışlardır. Yunan birliklerinin pek az bir kısmı Kızıltaş deresinden çekilebilmişlerdir. Eskişehir grubundan gelen bir Yunan tümeni de Gediz-Simav yoluyla çekilmeye çalışıyordu. Dumlupınar’ın doğusunda kalan Yunan birlikleri ise Uşak istikametine çekilmiş bulunuyordu. 1 Eylül 1922 günü Mustafa Kemal Paşa, birliklere “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir ileri!” emrini vermiştir. 26 Ağustos 1922’de başlayan ve Afyonkarahisar-Altınbaş-Dumlupınar arasında cereyan eden muharebe beş gün beş gece devam etmiş, düşmanın asli unsurları tamamen imha edilmiştir.

Dağılmış haldeki Yunan askerleri bir yandan kaçmaya çalışırlarken bir yandan da Yunan Başkumandan ve Batı cephesi karargâhları Uşak’a nakledilmişti. Türk Ordusu’nun taarruzu karşısında tutunamayan Yunan Başkomutanı General Trikopis de 2 Eylül 1922 tarihinde esir edilmiştir. Şaşkın ve perişan bir halde küçük gruplar halinde İzmir’e doğru kaçan Yunan askerlerinin bir kısmı güçlükle İzmir’e ulaşabilmişlerdir. 9 Eylül 1922 tarihinde İzmir’e giren Türk Kuvvetleri, Yunan Kuvvetleri’nin son kalanlarını da teslim almışlardır[41].

 

3.1.6. Barışa Dönüş Dönemi (Mudanya ve Lozan)

3.1.6.a. Mudanya Ateşkes Antlaşması (11 Ekim 1922)

Millî Mücadele’nin sonunu oluşturan Büyük Taarruz ’un hemen arkasından Yunanistan İtilâf devletlerinin ara buluculuğunu istemişti. İstanbul’daki İtilâf devletleri yüksek komiserleri de 4 Eylül 1922’de ilk mütareke teklifini Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin İstanbul’daki temsilcisi Hâmid Bey’e yapmışlardı. Rauf Bey hükümeti, bu gelişmeyi cephede bulunan Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’ya bildirdi. Anadolu kurtarıldığı için mütareke ancak Trakya için söz konusu olabilirdi. Mustafa Kemal Paşa, Yunan hükümetinin doğrudan veya İngiltere vasıtasıyla müracaatını dikkate alacağını bildirmekle beraber ordunun ileri harekâtını durdurmadı. İzmir ve Bursa alınırken 2. Süvari Tümeni 6. Kolordu emrinde Çanakkale’yi ele geçirmekle görevlendirilmişti.

 

Yunanlıları Anadolu’ya gönderen İngiliz Başbakanı Loyd George ise bölgedeki güçleri takviye ederek hedeflerinden kolay vazgeçmeyeceğini göstermek istedi. Sömürgeler Bakanı Churchill, 16 Eylül’de Boğazların ele geçirilmesi için Balkan devletlerinden, müttefiklerinden ve sömürgelerinden yardım istemiş, ancak beklediği karşılığı bulamamıştı. Bunun üzerine İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Fransa’ya gidip Fransız Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Poincaré ve İtalya’nın Paris elçisi Kont Sforza ile mevcut durumu görüştüyse de bir sonuç alamadı. İtilâf devletleri arasındaki uzlaşmazlık Yunan kuvvetlerinin Anadolu’ya çıkarılmasından rahatsız olan İtalya ve Fransa’nın muhalefetinden kaynaklanmakla beraber bunda en büyük etken Yunan kuvvetlerinin savaş meydanında yenilmiş olmasıydı.

İtilâf devletleri, Fransız hükümetinin yarı resmî görevlisi olarak İstanbul’dan Mustafa Kemal Paşa ile görüşmeye giden General Pelle aracılığı ile Türk hükümetinin öncelikli hedefinin Trakya ile İstanbul’un kurtarılması ve Boğazların serbestliğinin korunması olduğunu öğrendiler. Bunun üzerine 23 Eylül’de tarafsız bölgeye asker gönderilmemesi şartıyla Edirne dâhil Doğu Trakya’nın boşaltılıp Türklere teslimini öngören bir notayı Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiler. Türk orduları Biga ve Erenköy’ü geri alınca İngiliz kuvvet kumandanı General Harrington askerlerin tarafsız bölgeden çekilmesini istedi. Mustafa Kemal Paşa, harekâtın Yunan ordusunu takip ve Boğazların serbestliğini sağlama amaçlı olduğunu ve tarafsız bölge tanımadığını bildirdi. General Harrington, 26 Eylül 1922 tarihli bir telgrafla Mustafa Kemal Paşa’ya müracaat ederek müzakerelerin başlamasına kadar Erenköy ve Biga’nın batısından Türk kuvvetlerinin çekilmesini talep etti. Mustafa Kemal Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetiyle muhatapları arasında böyle bir bölgenin belirlenmediğini, Yunan kuvvetlerini takipten başka bir şey yapılmadığını, zira Yunanların Anadolu’da olduğu gibi Trakya’da da halka kötülük yapmaya devam ettiğini belirterek Türk milletinin de öteden beri Boğazların serbestliğini istediğini açıkladı. Tarafların barış isteğini ortaya koyduğu bu görüşmelerden sonra 27 Eylül’de Türk süvarilerinin ileri harekâtı durduruldu. Bu aşamada Fransa’nın etkili siyasetçilerinden Franklen Bouillon, İngiliz ve İtalyanların da tasvibiyle İzmir’e gelip 28 Eylül’de Mustafa Kemal Paşa ile görüştü. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti başkanı ve Dışişleri Bakanı ile de bir toplantı yaptı. 29 Eylül 1922 tarihli cevabî bir nota ile 3 Ekim’de Mudanya’da görüşmelere başlanmasının uygun olacağı ve Türk tarafını İsmet Paşa’nın temsil edeceği bildirildi.

Bu görüşmelerde Türk delegasyonunda batı cephesi kurmay başkanı Asım (Gündüz) Paşa ile Kurmay Yarbay Tevfik Bıyıklıoğlu da yer alıyordu. Fransa’yı kuvvet kumandanı General Charpy, İngiltere’yi işgal orduları kumandanı General Harrington, İtalya’yı General Monbelli temsil ederken Franklen Bouillon da resmî sıfatı olmadan görüşmelere katılıyordu. Yunan delegeleri General Mazarakis ve Albay Sarıyanis, Mudanya’ya gelmekle birlikte müzakerelere katılmayıp limanda demirli bir Yunan nakliye gemisinde beklediler. 3 Ekim’de başlayan müzakerelerde Yunanlıların Meriç nehrinin batı yakasına çekilmesi, boşalan mevkileri önce müttefiklerin, ardından Türklerin kontrol etmesi, önemli yerlerin müttefik kontrolünde olması, tarafsız bölgelerdeki Türk askerlerinin çekilmesi şeklindeki müttefik isteklerine karşılık Türk tarafı işgalin kısa tutulup Trakya’nın boşaltılmasına hemen başlanmasını, Meriç nehri boyundaki kuvvetlerin nehrin batısında tutulmasını, Karaağaç’ın Türk kuvvetlerine teslim edilmesini istiyordu. Bu isteklere Fransızlar olumlu yaklaşırken İngiliz ve İtalyan temsilcileri yetkisiz olduklarını ileri sürdüler. Görüşmeler 5 Ekim’de kesildi. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa 6 Ekim’de ordulara Boğazlar yönünde hareket serbestliği verdi. İsmet Paşa da Trakya’nın hemen boşaltılıp teslim edilmesini, aksi takdirde harekete geçileceğini bildirdi. İstanbul’daki Fransız yüksek komiseri General Pelle ve Franklen Bouillon’un ara buluculuğu ile harekât emri bir gün ertelendi. Türk hükümetinin sert ve kararlı bir tavır alacağını beklemeyen İngiltere prestijini kurtaracak bir şeyler yapma telâşı içerisindeydi. Ancak Türk tarafının kararlı yaklaşımı sonunda 6-7 Ekim gecesi Paris’e giden Lord Curzon, müttefik temsilcileriyle görüşerek Trakya’nın bir ay içinde Türk askerine teslimi ve barış konferansı sırasında tarafsız bölge ile Meriç’in doğu kıyısının müttefik kuvvetlerce işgalinde mutabık kaldı.

9 Ekim’de yeniden başlayan görüşmelerde başından beri gözlemci sıfatında bulunan ve İtilâf devletlerinin vereceği hükme razı olmaktan başka çaresi kalmayan Yunan delegeleri kuvvetlerinin Meriç nehrinin batısına çekilmesi kararının siyasî olduğunu, bunu kabule yetkili olmadıklarını bildirdiler. Yunan delegelerinin yetkisizliğini belirten General Harrington, Yunan hükümetinin varılan anlaşmayı kabul etmemesi halinde bile sözleşmenin müttefikler tarafından uygulanacağını söyledi. Mudanya Mütarekesi 11 Ekim 1922 sabahı imzalandı. Yunan kuvvetlerinin Doğu Trakya’da gerisine çekilecekleri hattı belirlemek, Doğu Trakya’nın boşaltılması ve Türklere teslimi düzenini ve işgal döneminde asayişi sağlamak üzere denetimi gerçekleştirmek için şu hususlara karar verilmişti: 1. Üç gün içinde yürürlüğe girecek anlaşma ile Türk-Yunan çarpışması sona erecektir. 2. Yunan kuvvetleri, Akdeniz’e döküldüğü yerden Trakya ile Bulgaristan sınırının kesiştiği noktaya kadar Meriç’in sol kıyısına çekilecektir. 3. Barış yapılana kadar Karaağaç dâhil Meriç’in sağ kıyısı müttefiklerce işgal edilecektir. 4. Edirne’ye ulaşan demiryolunun Cisr-i Mustafa Paşa’dan Kuleliburgaz’a kadar Meriç’in sağ kıyısını izleyen kısmı üç müttefik, bir Yunan ve bir Türk delegeden oluşan komisyonun gözetimi altında olacaktır. 5. Doğu Trakya’daki Yunan tahliyesi askerî kıtalar, araç gereçle cephaneler ve yiyecek depoları dâhil on beş günde yapılacaktır. 6. Jandarma dâhil Yunan sivil memurları mümkün olan en kısa zamanda çekilecek ve yerlerini Türk tarafına teslim edilmek üzere müttefiklere devredecektir. Bu devir teslim azami otuz günde tamamlanacaktır. 7. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti, asayiş ve düzeni sağlamak için subayları dâhil en fazla 8000 kişilik bir jandarma kuvvetini memurlara katabilecektir. 8. Yunan askerlerinin çekilmesi ve mülkî idare teslimi işi müttefik karma kuvvetlerinin gözetimi altında yapılacaktır. 9. Bütün kuvvetlerden başka ortalama yedi taburluk müttefik kuvveti Doğu Trakya’yı işgal edip asayişin devamını sağlayacaktır. 10. Müttefik heyet ve kıtalarının geri çekilmesi Yunanlıların boşaltmasından otuz gün sonra olacaktır. Müttefikler, asayişin sağlanması ve Türk olmayan halkın korunması için yeterli tedbirlerin alındığında hemfikir olursa bu geri çekiliş daha erken bir tarihte de olabilecektir. 11. Türkiye Büyük Millet Meclisi orduları boğazların yaklaşık 15 km. doğusundaki hatta duracak, barış konferansı sırasında da ileriye geçmeyecektir. Bu hat Çanakkale bölgesinde Lapseki, kuzeyde Bozburun ve güneyde Kumburnu esas noktaları teşkil etmek üzere İzmit yarımadasında İzmit körfezinde Darıca’dan Karadeniz’de Şile’ye kadar uzanmakta ve Gebze’den geçmektedir. Bu mevkiler Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetine aittir. Darıca’dan Şile’ye giden yoldan Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti ve askeriyle müttefik askerleri ortak yararlanabilecektir. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti ve müttefikler burada kuvvet artışı yapmayacaktır. 12. Müttefiklerin birlikleri bulundukları yerde kalacak, barış konferansı sırasında Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti de buna riayet edecektir. Söz konusu arazi İstanbul yarımadasında Pedima’nın 7 km. kuzeybatısında Karadeniz üzerinde bir noktada Istıranca, Mertekli, Kışağılı, Sinekli, Karasinan çiftliği, Kadıköy, Yenice, Kaladina çiftliği, Kalikratya hattının doğusundaki yarımadanın bütünü dâhil Gelibolu yarımadasında Baklaburnu, Sarosburnu, Bolayır ve Soğluma mansabı hattının güneyinde kalan Gelibolu yarımadasının bütün kısmıdır. 13. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti barış antlaşması onaylanıncaya kadar Doğu Trakya’ya askerî kıtalar geçirmemeyi ve orada ordu toplamamayı taahhüt edecektir. 14. Antlaşma, imzalanmasından üç gün sonra yürürlüğe girecektir.

Başlangıçta bu kararları kabul etmeyen Yunan hükümeti üç gün sonra mütareke sözleşmesini onayladığını bildirmek zorunda kaldı. Kuvvetlerinin çekilmesi ve müttefiklerin kontrolü Türk kuvvetlerine devri otuz günde tamamlandı. Kasım sonuna kadar Doğu Trakya anavatana katılmış oldu. Mudanya Mütarekesi, Yunanlıların aslında Osmanlı Devleti’nin paylaşımı projesinde bir alet olduğunu, arkalarındaki gücü İngiltere başta olmak üzere İtilâf devletlerinin teşkil ettiğini açık bir şekilde göstermiştir. Bu mütareke, Millî Mücadele’nin sadece Yunan silahlı gücüne karşı değil gerçek anlamda bütün bir müttefik cepheye karşı verildiğini de kanıtlamıştır. Öte yandan Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti müttefik devletler tarafından resmen tanınmıştır[42].

 

3.1.6.b.Lozan Antlaşması (24 Temmuz 1923)

İsviçre’nin Lozan (Lausanne) şehrinde yapılan görüşmeler sonucunda imzalandığı için bu şehrin adını taşır. Kurtuluş Savaşı sonunda müttefik devletler İngiltere, Fransa ve İtalya, Mudanya Mütarekesi’nin ardından 27 Ekim 1922’de İstanbul ve Ankara hükümetlerine yaptıkları çağrıda barış görüşmelerinin Lozan’da başlayacağını bildirdiler. Sadrazam Ahmed Tevfik Paşa, Ankara’daki Büyük Millet Meclisi başkanlığına gönderdiği telgrafta devlet ve milletin başına daha büyük zararlar gelmemesi için birlikte hareket edilmesi gerektiğini belirtmiş ve kendilerinin gönderecekleri temsilci dışında Ankara’nın da temsilci seçmesini istemişti. Bu önerinin kabulü, müttefiklerin körüklemeye çalıştığı İstanbul-Ankara ikiliğini peşinen kabul etme anlamına geleceğinden Büyük Millet Meclisi’nin toplantısında tepkilere yol açtı. Tartışmalar sürerken Sağlık Bakanı Rıza Nur ve Hüseyin Avni Ulaş ile yetmiş yedi arkadaşı verdikleri önerge ile Osmanlı Devleti’nin sona erdiğinin karar altına alınmasını teklif ettiler. Böylece 1 Kasım 1922’de kabul edilen kanunla saltanatla halifelik birbirinden ayrıldı ve saltanatın kaldırıldığı duyuruldu.

Mudanya müzakerelerinde başarılı olan İsmet Paşa’nın barış görüşmelerinde baş delege olması uygun görüldüğünden Yusuf Kemal (Tengirşenk) Hariciye vekilliğinden istifa ettirilerek yerine İsmet İnönü getirilmişti. Hükümet delegasyonu şöyle belirlemişti: Baş delege İsmet İnönü, ikinci delege Rıza Nur, delege Hasan Saka (eski İktisat vekili). Delegasyona yardım edecek çok geniş bir danışmanlar grubu oluşturulmuştu. Milletvekillerinden M. Celâl Bayar, Zekâi Apaydın, Lemi Saltık ve Zülfü Tiğrel, Hariciye Vekâleti’nden Münir Ertegün ile Yusuf Hikmet Bayur, ayrıca Tevfik Bıyıklıoğlu, Tahir Taner, Şükrü Kaya ve Fuat Ağralı gibi uzmanlar bunlar arasındaydı. Büyük Millet Meclisi hükümetin önerdiği listeyi onayladı. Meclisteki konuşmalarda özellikle sınırlar, tam bağımsızlık ve Ermenistan meselesi üzerinde duruldu. Ege adaları ile Rodos ve On iki Ada’nın Türkiye’ye bırakılması istenirken bazı milletvekilleri Kıbrıs’ın da geri verilmesine dair görüşlerini bildirdi. Batı Trakya için halk oylamasına başvurulması gerektiği hatırlatıldı ve Mîsâk-ı Millî sınırları içinde olan Musul’un anavatandan ayrılmaması gerektiği ifade edildi. Bu istekler İsmail Safa tarafından “borçsuz, azınlıksız, istiklâli tam, sınırlarında mazlum ve zincir sesi olmayan bir vatan” şeklinde özetlenmişti.

Lozan Konferansı, davette belirtildiği gibi 13 Kasım’da değil 20 Kasım 1922’de Man Benon gazinosunda düzenlenen törenle açıldı. Görüşmeler bir ara kesintiye uğradığından konferans iki döneme ayrılır. Birinci dönem 4 Şubat 1923’e kadar sürdü. İki buçuk ayı aşkın bir aradan sonra 23 Nisan’da başlayan ikinci dönem 24 Temmuz 1923’te sona erdi. Konferansa Türkiye ile birlikte sekiz devlet görüşmeci olarak davet edildi. Bazı devletlerin de Boğazlar ve ticaret meseleleri ele alındığında toplantılara katılması öngörülmüştü. Amerika Birleşik Devletleri ise gözlemci olmayı tercih etmişti. Böylece katılımcılar çağrı yapanlar (İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya), bütün görüşmelere katılanlar (Türkiye, Yunanistan, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti [Yugoslavya]), gözlemci (Amerika Birleşik Devletleri), Boğazlar statüsü için çağrılanlar (Sovyet Rusya, Bulgaristan) ve ticaret sözleşmelerine katılanlar (Belçika, Portekiz) olmak üzere beş gruptan oluşuyordu.

Türkiye ile barış konusunda müttefikler adına hareket eden İngiltere, Lozan’da da aynı rolü sürdürmek istediğinden Dışişleri Bakanı Lord Curzon başkanlığında geniş bir delegasyonla gelmişti. Açılışta İsviçre başkanından sonra ilk sözü Curzon aldı. Fakat asıl taraflardan biri olduğu için ısrarla konuşmak isteyen İsmet İnönü, bütün medenî milletler gibi hürriyet ve istiklâl istediklerini belirterek gözetilmesi gereken temel ilkeyi vurguladı.

Görüşmelere 21 Kasım’da Uşi (Ouchy) Şatosu Oteli’nin büyük salonunda başlandı. Müttefikler konferansı istedikleri gibi yönlendirmek amacıyla bazı esaslar belirlediler. Curzon başkanlığı üstlendi, Fransız delegesi Massigly genel sekreterliğe getirildi. Meselelerin önce görüşüleceği üçüncü komisyonun başkanlıklarını da kendi üzerlerine almışlardı. İnönü bu komisyon başkanlıklarından birinin Türkiye’ye verilmesini, genel sekretere de bir Türk yardımcı belirlenmesini istemişti. Bunlar kabul edilmemiş, yalnızca Reşit Saffet Atabinen yazı komitesinde görev almıştı.

Bütün bunlar müzakerelerin sert geçeceğinin göstergesiydi. Çağdaş bir gözlemcinin belirttiği gibi Türkler konferansa galip olarak gelmişlerdi. Fakat Türk-Yunan meselesi tamamıyla ikinci plana atılmıştı. Konu aslında Türkiye ile Avrupa arasındaki ilişkilerin çözülmesine ve düzenlenmesine ilişkindi. Çünkü Şark Meselesi baştan aşağı konferansın çalışması içine alınmıştı. Yunanistan Başbakanı Elefteros Venizelos, arkasında Curzon’un desteğini bulunca zafer kazanmış bir ülke temsilcisi gibi konuşmaya başlamıştı. İngiltere de Mîsâk-ı Millî sınırları içinde bulunan petrol bölgesi Musul’u elinden çıkarmamaya kararlı görünüyordu. Türkiye, Anadolu’da yaptıkları yıkımın karşılığı olarak Yunanistan’dan 4 milyon altın tazminat talebinde bulundu. Buna karşılık müttefikler ordularının Türkiye’deki işgal masrafları olarak 50 milyon, vatandaşlarının uğradıkları zararlar karşılığında da 15 milyon altın tazminat istediler. Sonuçta onların bu tazminattan, Türkiye’nin de Almanya ve Avusturya hükümetlerinin I. Dünya Savaşı sonunda kendilerine teslim etmiş oldukları Türk altınlarından ve İngiltere’ye sipariş edilen gemiler için ödenen paradan vazgeçmesiyle bir mutabakat sağlandı.

Ancak Adalar, Musul ve kapitülasyonlarla Yunanistan’dan istenen savaş tazminatı konularında anlaşmaya varılamadı. Bunun üzerine üç müttefik devlet hazırladığı bir metni 31 Ocak 1923’te Türk delegasyonuna vererek bunun tamamıyla kabul ya da reddedilmesini istedi. Curzon, İnönü’ye Türkiye’nin imzalayacağı en iyi anlaşmanın bu anlaşma olduğunu, bunu imza etmedikleri takdirde Türkiye’nin Asya’nın görünmez karanlığında kaybolacağını söyleyerek tehditte bulundu. İnönü de ülkesini esarete mahkûm edecek bir belgeye imza koyamayacağını kesin bir dille belirtti. Oturum kapandıktan sonra Türkiye’yi bir oldubitti karşısında bırakmak isteyen Curzon o akşam Lozan’dan ayrıldı. Böylece görüşmeler kendiliğinden kesilince Türk heyeti de yurda döndü.

20 Şubat’ta Ankara’ya gelen İnönü hükümete bilgi vererek yeni talimat istedi. Konu Büyük Millet Meclisi’nde görüşülürken sert tartışmalara yol açtı. Bazı milletvekilleri Türk heyetini Mîsâk-ı Millî’ye uymamak, hatta ona ihanet etmekle suçladı. Dört gün süren tartışmalar, Mustafa Kemal’in araya girip delegasyonun meclise karşı değil hükümete karşı sorumlu bulunduğunu belirtmesiyle önlenebildi.

Öte yandan üç müttefik devlet 29 Şubat’ta Türkiye’nin itirazlarına cevap vermiş, Türk tarafı da karşı önerilerini 8 Mart’ta bildirince görüşmelere yeniden başlanması kararlaştırılmıştı. 23 Nisan 1923’te Lozan’da ikinci toplantı başladığında Curzon’un yerini Sir Horace Rambdold aldı. Bu defa da ekonomik ve malî konularda güçlükler baş gösterdi. Yunanistan’dan istenen tazminat konusu yeni bir bunalıma yol açarken İnönü ile bakanlar kurulu başkanı Hüseyin Rauf Orbay’ın aralarının bozulmasına sebep oldu. Tazminat meselesi, Yunanistan’ın Karaağaç İstasyonu’nu Türkiye’ye bırakmasıyla çözüme bağlandı. Bütün çabalara rağmen Türk-Irak sınırının nerelerden geçeceği hususunda İngiltere ile bir uyuşma sağlanamadı. Sonunda bunun ileride yapılacak görüşmelere bırakılması kararlaştırıldı. Görüşmeler 17 Temmuz’da bitirildi, ancak delegasyonların hükümetlerinden gereken yetkiyi almaları için antlaşmanın 24 Temmuz’da imzalanması kararlaştırıldı. İnönü hükümetten istediği izne uzun süre karşılık alamayınca Mustafa Kemal’e başvurdu. Onun Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanı ve başkumandan olarak verdiği yetkiye dayanılarak 24 Temmuz 1923’te Lozan Üniversitesi Salonu’nda düzenlenen törende antlaşma imzalandı.

Lozan Antlaşması tek bir metin olmayıp esas antlaşma ile ona ekli on yedi ayrı protokol ya da sözleşmeden meydana gelmektedir. 143 maddeden oluşan esas barış antlaşması dört bölüm halinde düzenlenmişti. 1. Siyasal içerikli olan toprak, tâbiiyet ve azınlıklara ilişkin maddeler (1-45); 2. Malî konular (46-63); 3. Ekonomik hükümler (64-100); 4. Ulaşım ve sağlık sorunları (101-143). Antlaşmada çözümü ileriye bırakılan Musul meselesi Türk-Irak sınırının tespit edilmesi olarak anılmış ve bunun dokuz ay içinde Türkiye ile Büyük Britanya arasında dostça belirleneceği hükmüne yer verilmişti (md. 3). Antlaşmanın başlıca hükümleri şöylece özetlenebilir.

Sınırlar: Trakya’daki Türkiye-Yunanistan sınırı Karaağaç Türkiye’de kalmak üzere Meriç ırmağının “talvek”i olarak tespit edilmişti. İmroz (Gökçeada), Bozcaada ve Tavşan adaları dışında kalan ve adları sayılan adalar Yunanistan’a bırakılmıştı. Yunan birlikleri işgal ettikleri İmroz ve Bozcaada’dan çekildikten sonra Türkiye buralarda yerli halkın da söz sahibi olacağı bir yönetim uygulayacaktı. Yunanistan Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya adalarında hiçbir deniz üssü ve istihkâm kurmayacaktı (md. 13-14, 5 ve 15. ekler). İtalyanların Uşi Antlaşması ile geri vermeleri gerekirken işgallerini sürdürdükleri Rodos ve On iki Ada kendilerinde (md. 15), İngilizler ’in 1914’te topraklarına kattıklarını ilân ettikleri Kıbrıs da yine onlarda kalacaktı. Ancak ada Türkleri iki yıl içinde Türk vatandaşlığını kabul edebileceklerdi (md. 20-21). Bunun dışında Mısır ve Sudan’ın da İngiliz egemenliğine geçtiği kabul edilmişti (md. 17). Trablusgarp (Libya) üzerindeki haklardan da vazgeçilmişti (md. 22). Türkiye-Suriye sınırı, Fransa ile imzalanmış olan 20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması ile belirlenen sınır olarak kabul edilmişti. İskenderun ve Antakya’daki Türkler ’in kendi kültürlerini korumaları konusunda söz konusu antlaşmadaki hükümlere uyulacaktı.

Boğazlar: Boğazlar da barış ve savaş dönemlerinde denizden ve havadan serbest geçiş esası kabul edilmişti (md. 23). Bu maddeye ek protokole göre Boğazlardan geçişi kontrol etmek üzere bir Türk üyenin başkanlığında İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Rusya ve Sırbistan temsilcilerinden oluşan bir komisyon kurulacaktı. Amerika Birleşik Devletleri de isterse bu komisyona üye olabilecekti. Çanakkale ve İstanbul boğazlarının her iki yakasında belirli bir bölge silâhtan arındırılacaktı. Türkiye bu bölgede sayısı 12.000’i geçmeyen bir kuvvet bulundurabilecekti.

Kapitülasyonlar: “Antlaşmayı yapan taraflar, Türkiye’de kapitülasyonların tamamıyla kaldırılmasını her biri kendisiyle ilgili olarak kabul ettiğini açıklarlar” biçimindeki 28. maddenin hükmüyle Türkiye’de kapitülasyonlar tarihe karışmıştı. Ancak adliyeyi düzenlemek amacıyla birkaç yabancı uzman beş yıl süreyle Türkiye’de görev yapacaktı, fakat Türk hükümeti bu uzmanların önerilerini kabul etmek zorunda olmayacaktı.

Azınlıklar: Antlaşmanın 37-44. maddeleriyle Türkiye’de yaşayan, Müslüman olmayan azınlıklara bazı haklar tanınmıştı. Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin azınlık sayılan Rumların temsilcisi ya da koruyucusu olduğuna ilişkin bir hükme ise yer verilmemişti. Barış görüşmelerinde Türk tarafı patrikhanenin ülkeden çıkarılması gerektiğini belirtmişti. Fakat sonuçta patrikhanenin “ekümen” (evrensel) olmaktan çıkması ve herhangi bir siyasal görev veya rol üstlenmeden yeni Türkiye’nin dinî kurumları arasında yer alması görüşünde birleşildi.

Mübadele: Ek 6 numaralı protokole göre Türkiye’de yaşayan Rumlarla Yunanistan’da kalan Türker’den büyük bir kısmı karşılıklı olarak değiştirilecekti. İmroz, Bozcaada ve İstanbul’da bulunan Rumlarla Batı Trakya’daki Türkler o dönemde her iki devletin izlediği siyasete uygun olarak mübadele dışı bırakılmıştı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi barışa kavuşmayı ve genel olarak antlaşmayı olumlu karşıladı. Ancak bazı üyeler, Musul sorununun geriye bırakılması ve On iki Ada ile savaş tazminatı açısından eleştirilerde bulundu. Antlaşma ve ekleri 2 Ağustos 1923’te 14’e karşı 213 oyla onaylandı.

Lozan Antlaşması bağımsız yeni bir Türk devleti kurulduğunun, başta I. Dünya Savaşı’nın galipleri olmak üzere başlıca dünya devletlerince onaylandığını gösteren uluslararası bir belgedir. Aynı zamanda Kurtuluş Savaşı’nın siyasî hedeflerini gösteren Mîsâk-ı Millî hükümlerinin günün şartları içinde büyük oranda gerçekleştirildiğini de kanıtlamaktadır. “Türkleri Avrupa’dan çıkarmak” şeklinde özetlenebilecek olan yüzyıllık Avrupa siyaseti Lozan’da sona ermiş oluyordu; ayrıca bazı çevrelerin öne sürdüğü gibi bu antlaşma bir hezimet antlaşması değildi. I. Dünya Savaşı sonunda dayatılmış bir antlaşmayı (Sevr) yeniden müzakereye açarak bundan başarıyla çıkılmasını sağlayan ve bağımsız bir devletin doğuşuna zemin hazırlayan çok büyük bir kazanımdı[43].

  

SONUÇ

 

Mustafa Kemal Atatürk’ün liderlik yaptığı Türk Milli Mücadele’sinin tek bir hedefi vardır. O da Millî bir devlet kurmaktır. Ancak Paşa, bu hedefe yürürken tüm olasılıkları hesaplamış, önce Osmanlı Devleti’nin hükümetlerinde, sonra İşgal kuvvetlerinin yanında yetkili bir görev arayışına girmiştir. Bu mümkün olmayınca çareyi Anadolu’da Millet ile birlikte hareket etmeyi kendine yol seçmiştir.

Mustafa Kemal belirlediği hedefe giderken gayet sabırlı davranmış, mümkün olduğu kadar yanında ki arkadaşlarının kendi hedeflerine karşı olumsuz düşüncelerine sabır ederek zamanı gelince oluşturduğu çemberin dışına itmeyi bilmiştir. Hedefini aşama aşama gerçekleştirirken zamanın tüm şartlarını çok iyi kullanmıştır.

Milli, laik bir cumhuriyet rejimi oluşturmayı kafasına koyan Mustafa Kemal yeri gelmiş Komünist Bolşeviklerden, yeri gelmiş İslam dünyasından, yeri ve zamanına göre İtilaf devletlerinin kendi aralarındaki çıkar çatışmalarından yararlanmış, zafer sonrasında ilk iş olarak Saltanatı ve Halifelik makamını kaldırmış ancak mücadele sırasında bu iki kuruma karşı hep saygılı olmuştur. Yine yaptığı icraatlar da, hem İslam Dünyası’nın, hem de milletin desteğini almak için bu iki kurumdan sürekli yararlanmış hareketin sanki bu iki kurumu düşman elinden kurtarmaya yönelik bir hareketmiş gibi göstermiştir.

Sonuç olarak Mustafa Kemal kafasında tasarladığı tüm hedefleri gerçekleştirmiş, Millî Mücadele liderliğinin tesadüf olmadığını göstermiştir.

 

 

KAYNAKÇA

Akçakalıoğlu, C. (1992). Atatürk ve Türk Kurtuluş Savaşı. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi.

Akşin, S. (2006). Ana Çizgileriyle Türkiye'nin Yakın Tarihi. Ankara: İmaj Yayıncılık.

Akyol, T. (2008). Ama Hangi Atatürk. İstanbul: Doğan Kitap.

Arı, K. (2014). Türk İstiklal Savaşı’n da Düzenli Ordu ve Cepheler.

(1992). Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri. Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi.

Çay, A. M. (2009). Türkiye Cumhuriyeti Kuvva-i Milliye Dönemi.

Eraslan, C. (2006). Mudanya Mütarekesi (Cilt 27). (T. D. Asiklopedisi, Dü.) Ankara: TDV Yayınları.

Kansu, M. M. (2019). Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber. Ankara: Türk Tarih Kurumu.

Kılıç, M. (2019). Milli Mücadele Döneminin Siyasi ve Stratejik Açıdan Değerlendirilmesi. SSAD.

Kinross, L. (2010). Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu. İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi, .

Kurat, A. N. (1990). Türkiye ve Rusya. Ankara: Kültür Bakanlığı.

Mumcu, A. (1984). Tarih açısından Türk devriminin temelleri ve gelişimi. İstanbul: İnkılâp Yayınevi.

Mutlu, C. (2019). Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun Havza’daki Faaliyetlerinin Milli Mücadeledeki Yeri. Cedrus.

Orbay, R. (1995). Cehennem Değirmeni, Siyasi Hatıralarım. İstanbul: Emre Yayıncılık.

Poyraz, E. (2013). Atatürk’ün İletişim Stratejisi ve Stratejik Hedefi Hakkında Bir Analiz. 21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum, 2(4).

Tektosun, M. (2007). Milli Mücadele Döneminde Doğu Cephesi. Diyarbakır: Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi.

Tunaya, T. Z. (2002). Türkiye’de Siyasi Gelişmeler 1876-1938. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Turan, Ş. (2006). Lozan Atlaşması (Cilt 30). (T. D. Asiklopedisi, Dü.) Ankara: TDV Yayınları.

 

    


[1] Tarık Zafer Tunaya, “Türkiye’de Siyasi Gelişmeler”, 1876-1938, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2002, S.255

[2] Emel Poyraz, “Atatürk’ün İletişim Stratejisi ve Stratejik Hedefi Hakkında Bir Analiz”, 21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum, Cilt 2, Sayı 4, Ankara, 2013, S. 75

[3] Akdes Nimet Kurat, Türkiye ve Rusya, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1990, Ankara. S. 576-577

[4] Mehmet Kılıç, “Milli Mücadele Döneminin Siyasi ve Stratejik Açıdan Değerlendirilmesi”, SSAD, İstanbul, 2019, S. 48

[5] Mehmet Kılıç, a.g.m. S, 48-49

[6] Mazhar Müfit Kansu, “Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber”, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2019, S. 74

[7] Taha Akyol, “Ama Hangi Atatürk” Doğan Kitap, İstanbul, 2008, S. 17-18

[8] Rauf Orbay, “Cehennem Değirmeni, Siyasi Hatıralarım” Emre Yayıncılık, İstanbul. 1995, S. 231

[9] Rauf Orbay a.g.e. S. 238

[10] Taha Akyol a.g.e. S. 21

[11] Taha Akyol a.g.e. S. 21 -22

[12] Taha Akyol a.g.e. S. 22

[13] Lord Kinross, “Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu”, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 2010, S. 230

[14] Emel Poyraz a.g.m. S.80

[15] Mehmet Kılıç, “Milli Mücadele Döneminin Siyasi ve Stratejik Açıdan Değerlendirilmesi”, SSAD, İstanbul, 2019, S. 50-51

[16] Taha Akyol a.g.e. S. 23

[17] Taha Akyol a.g.e. S. 23

[18] Taha Akyol a.g.e. S. 29-30

[19] Taha Akyol a.g.e. S. 37-38

[20] 9. Ordu Sonradan 3. Ordu İsmini Almıştır.

[21] Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1992. S. 52

[22] Taha Akyol a.g.e. S. 48-49

[23] Cihat Akçakalıoğlu, “Atatürk ve Türk Kurtuluş Savaşı”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Ankara, 1992, S.41

[24] Cengiz Mutlu, “Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun Havza’daki Faaliyetlerinin Milli Mücadeledeki Yeri”, Cedrus, Akdeniz Üniversitesi Yayınları, Antalya, 2019, S. 728

[25] Cengiz Mutlu, a.g.m. S. 729

[26] Cengiz Mutlu, a.g.m. S. 732

[27] Abdülhaluk Mehmet Çay, “Türkiye Cumhuriyeti Kuvva-i Milliye Dönemi”, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2009, 5

[28] Abdülhaluk Mehmet Çay a.g.m. S.5-6

[29] Sina Akşin, “Ana Çizgileriyle Türkiye'nin Yakın Tarihi”, İmaj Yayıncılık, Ankara, 2006, S. 137

[30] Abdülhaluk Mehmet Çay a.g.m. S. 9-10

[31] Abdülhaluk Mehmet Çay a.g.m. S. 13-14

[32] Abdülhaluk Mehmet Çay, a.g.m. S. 16-17

[33] Abdülhaluk Mehmet Çay, a.g.m. S. 20

[34] Kemal Arı, “Türk İstiklal Savaşı’n da Düzenli Ordu ve Cepheler”, Genel Kurmay Basımevi, Ankara, 2014, S.5

[35] Kemal Arı, a.g.m. S.10

[36] Ahmet Mumcu, "Tarih açısından Türk devriminin temelleri ve gelişimi". İnkılâp Yayınevi. İstanbul, 1984. S. 80

[37] Mustafa Tektosun, “Milli Mücadele Döneminde Doğu Cephesi”, Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Diyarbakır, 2007, S. 77-78

[38] Mustafa Tektosun, a.g.t S. 18

[39] Mustafa Tektosun, a.g.t S. 21

[40] Mustafa Tektosun, a.g.t S. 23-24

[41] Mustafa Tektosun, a.g.t S. 27-28

[42] Cezmi Eraslan, “Mudanya Mütarekesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 27. Cilt, TDV Yayınları, Ankara, 2006. S. 214-215-216-217

[43] Şerafettin Turan, “Lozan Antlaşması”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 30. Cilt, TDV Yayınları, Ankara, 2006. S. 356-357-358

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sayın takipçilerimiz hakaret etmeden yorumlarınızı yapabilirsiniz.

Post Top Ad

Your Ad Spot